Bugünkü hasılatının iyi olduğu eskici arabasını itmekte zorlanışından anlaşılıyordu.Yaptığı işi seviyordu.Medeniyetlerin muasırlaşmasında onun katkısı çok büyüktü.Banka eliyle döşenmiş evlerin yükünü alma görevi onundu.Ne de olsa eski yüktü.Muasır medeniyetler böyle buyururdu.
Hurdacıya vardı, işinin son gününde epey yüklü bir para almıştı.Eve dönerken oğullarına birer paket sigara aldı, onları yarına çıkaracak kadar erzağını da eksik etmedi sırtında taşıdığı çuvalda.Yol boyunca düşündü.Dakikalar epeyce güç alıyordu bugün biletini zaman treninden.Bugün sondu, kalbindeki o derin yara bugün deva bulacaktı.Bunlarla aklını meşgul ederken evine vardı.Ev demek güçtü buraya, tarihi bir dehlizin oturulacak bir kısmına yerleşmişti buraya ilk geldiğinde.Yerin üstü diğerlerininse; altı da onlarındı.
Masasına oturdu.Bu masayı buralara ilk geldiği zamanlar taşınan bir evden almıştı.Para da istememişlerdi ne güzel.O zamanlar Yakup’la Mirzahit küçüklerdi.Akşam okuldan geldiklerinde masayı görünce çok sevinmişlerdi.Sınıf arkadaşları gibi i masada çalışmak hayali süslerdi masum düşlerini.Ama okuyamadılar, paraları yoktu.Kim bilir nereden ne zaman aldığını hatırlamadığı masa lambasının altında saatlerce düşündü.Herşeyi bir kağıda yazıp, sonra da çekip gitmeyi düşledi.Ama bu ihaneti ağırlaştırmaktan başka bir işe yaramazdıİhanet mi değil mi, bunu her şeyi anlatmadan bilemezdi.Saatine baktı.Oğullarının gelmesine az bir zaman kalmıştı.İyi kötü birer iş bulmuştu onlara.Bir kağıt fabrikasında çalışıyorladı, sigortaları da yatıyordu.Bir babanın bu şartlarda bahtiyar olmasına yeterdi bunlar.Her babanın döşünde burkulup kalan o sızıyı hissetti bir an:İyi baba olamamıştı belki de.Sonra kalbindeki derin yara tekrar sızladı.O bu çocukların babası değildi.Hiç olmamıştı demek belki haksızlık olurdu ama belki gerçek olanda babaları olmadığıydı.
Duyduğu ayak sesleri onu içindeki azap nöbetinden uyandırdı.Oğulları geliyordu.Yakup Mirzahit’ten iki yaş büyüktü.Genişçe alnı, çekik gözleri ve iri cüssesi ona baktıkça vatanlarını anımsatıyordu.Urumçi…Ne kadar da uzaktı.Mirzahit vatanlarının suyunu abisinden 2 yıl az içtiğinden midir, onun kadar iri değildi.Ama kıvrak zekasıyla abisiyle kaç kere dayak yemekten kurtarmıştı onları.
Barabey oğullarına bakıp hayallere dalarken bir sesle irkildi.
-Hayırdır Barabey baba, dalmışsın.
Ona önünde ismini eklemeden hiç baba dememişlerdi bu zamana kadar.
-Kalkın cengaverler bugün hasılat iyi.Size mis gibi birer balık ekmek bugün babanızdan, yine nasiplisiniz.
Gülümsedi cengaverler.Barabey onlara Cengaverler diye seslenirdi.Onlar hatırlamasa da, babaları Yunhan’dan kalma bir alışkanlıktı bu.Küçük şeylerle mutlu olmayı öğretmişti Barabey onlara, daha çok da yoksulluk.
Eminönü’ne doğru giderken adımları geriye sürüklüyordu Barabey’in.Ama bugün olmazsa acısından ve buruk vicdanının sızısıyla ölecekti.
Bir balıkçı teknesine oturdular.Tekne hafiften açılmaya başlıyordu.
-Buraya ilk indiğimiz günü hatırlar mısınız.Nasıl da ufaktınız.
Cengaver’ler bu hikayeyi kim bilir kaç kez dinlemişlerdi.Ama Barabey bugün bir başka anlatıyordu.Yalanı ortaya çıkan çocuklar gibi kızarmıştı yüzü.Hem bu hiç de o masum yalanlara benzemiyordu.
-Urumçi’yi hatırlıyor musunuz?Peki ya çalıştığımız madeni.16 saat çalışırdık her gün, sadece karın tokluğuna.
Onlar hatırlamazdı elbet.Ama Barabey hiç unutamazdı.Kardeşini gömmüştü o madene.Ya da o kendisi gömülmüştü; bir türlü aklından çıkmıyordu göçüğün altında kaldığı gün.Göçüğün içinden hiç olmazsa cesedini alalım diye atılmıştı, ama tuttular onu maden sahipleri.Ak kefenle değil de, kara elmasla sarılmıştı yorgun bedeni son yolculuğuna çıkarken.
-Sonra biz zulme dayanamaz olduk.Hergün birileri öldürülmeye başladı.Camiler kapandı, zorla orucumuzu bozdurdular.Kaçalım dedik biz, gidelim buralardan.Aylarca toplandık sizin evde.Konuştuk, planlar yaptık.Siz uyurdunuz.Kardeşiniz hiç uyumazdı ama.
Kardeşlerinin adı anılınca içlerini buruk bir özlem sardı.
-Nasıl da kocaman olmuştur bizim tombalak.
Dedi Mirzahit.Barabey’in nutku tutuldu.Devam edemeyecek gibi oldu.Ama bugün sondu, buna mecburdu.
-Sonra birgün babanız Yunhan bir Tayland’lı kamyoncu buldu.O gece kaçacaktık.Sizin evde toplanmıştık.
Hikayenin buraya kadarının hepsi doğruydu.Her dinlediklerindeki bıkkınlık sarmıştı yine onları.
-Kalabalık görünmeyelim diye 3’erli 3’erli gidiyorduk kamyona.Kamyon iki sokak ötedeydi.En sona sizin aile ve ben kalmıştım.Babanız sizi bana verdi.Biz kamyona atladık, gizlenmek için samanların arasında sürecekti yol…
-Sonra kamyoncu Çin polisini görünce bastı gaza.Babam, annem ve kardeşim orada kaldılar.Onlar kaçamadı.Bu hikayeyi kaç kez dinledik Barabey Baba.Başka şeyler konuşalım.
Barabey’in gözünden ilk damla yaş o an düştü.
-Öyle değildi oğlum.Öyle değildi…
Bundan sonrasına Barabey’in hıçkırıkları ve Cengaverler’in şaşkın bakışları eşlik edecekti.
-Babanız, anneniz ve annenizin sırtındaki kundaktaki kardeşiniz sokağı dönecekti tam.İşte ben o an çalıların arasında içki içen kafası demli polisi gördüm.O bizi başından beri izliyormuş meğer.O an siren sesini duymamızla benim sizin gözünüzü kapatıp omuzlarıma bastırrmam bir oldu.Sonrasını siz bilmiyorsunuz.
O anki ölüm sessizliği birazdan anlatılacaklarla nasıl da aşinaydı.Ölüm…
-Nasıl, ne oldu, neyi bilmiyoruz?
Yakup bağırmıştı.Ne kadar mereklılarsa bir o kadar da korkuyorlardı.
-Oğullarım…Sireni duyan kamyon harekete geçmişti.Beklemek hepimizi yakardı.Yunhan üzerine saldıran polisi yere yığabilmişti.Babanız annenize koş yetiş diye bağırdı.O an anneniz sırtında kardeşinizle kamyona koşabilmişti.Siz görmüyordunuz.Kamyondan tutundu, biz çekmeye başladık yukarıya doğru.Ama o an o acı sesi duydum.Dünya yavaşladı o an, kurşunu görmüştüm.Görmez olaydım.Sonra annenizin feryadı…Kardeşinizin düşüşü…İkinci kurşun, anneniz.
-Ama…Sen bize böyle…Böyle değildi.Polis onları hiç görmedi demiştin.Babam mektuplarda onlara bizim öldüğümüzü söylediğini, hatta bahçeye mezarımızı kazdığını söylemişti.Günlerce sorgulandığını, en sonunda sizin Tayland’a kaçtığınızı söylediğini yazmamış mıydı mektuplarda?
-Sonra babanızı hatırlıyorum.Yere vura vura ağlayışını…Feryadını…Sonra ayağa kalkıp cesurca göğüs gerişini, vuruluşunu…
-Mektuplar, kim yazdı onları.Hani geleceklerdi onlar da yakında buraya.Kardeşimin okul karnesi çıkmadı mı mektubun içinde.Yalan, söylüyorsun, sen yalancısın.
-Evet yalancıyım, ama bu sefer yalan söylemiyorum oğlum.Mektupların hepsini ben yazdım, hepsi benim işim.
Mirzahit sinirden sakalını oynuyordu, hep böyle yapardı.Yakup sadece uzaklara bakıyordu.
-Sonra Allah yardım etti.Biz kaçabildik Tayland’a.Orada bir mevsim ormanda yaşamaya çalıştık.Hatırladın mı Yakup, senin sara nöbetin tutmuştu birgün.Ama ölmemiştin, çok güçlüydün sen.Sonra birgün ben bir gemi buldum.Türkiye’ye de uğruyordu.Varillere sığıştırmışlardı bizi.Günde bir öğün artık yemek veriyorlardı.Sonunda gelebilmiştik.Bizi limanda denetim var diye bir balıkçı teknesine atmışlardı.Tam da burada indirmişti adam bizi.Ben 2 ay adamın yanında çalışmıştım bizi ihbar etmesin diye.
Sonra Mirzahit Barabey’i kahreden o soruyu sordu:
-Neden?
-Size bir kere yalan söylemiştim.Kamyonda, samanların arasında.O yola bir kez girmiştim.Yalan söylendiği an yolun bir tarafına bir kaya düşer, uçurum olur o yol.Geriye dönebilmek için düşmeyi göze almak gerekir.Ben bugün düştüm oğullarım.En dibe…Siz büyüyordunuz, ben yetim büyüdüm.Size o hissi tattırmamak için yanınızda ben oldum.Ama kimsesiz olduğunuzu bilmeniz bile sizi dibe götürürdü.Kimsesiz olduğunuzu bilseniz, beni de kimseden saymazdınız hem.
Barabey ayağa kalktı.Ceplerini boşalttı.Gizli saklı biriktirdiği 5000 lirayı banka bıraktı.Oğullarına son kez baktı.İkisi de ağlamıyordu.Döndü, denize baktı.
-Helal edin!
Belki de son sözü bu oldu.
Atladı.Cumburlop…Ardından yıllarca duyamadığı o sesi duymuştu.Önünde eki de yoktu bu kez.
-Baba!
Bahtiyar olmuştu, ama bahtiyar ölememişti.Kader ağlarını öremeden balıkçı ağına takılmıştı.Ağa takıldığında çalan çan sesi tekneciye mevzuyu çaktırmıştı.Denizden çıkardılar.Sadece biraz ıslanmıştı ve üşüyordu.Ama belini büken küfesini sırtından indirmiş hamal kadar hafiflemişti.
0 yorum:
Yorum Gönder