17 Mart 2015 Salı
SADE CE
Kapıyı dışarıdan usulca çekti, kapı çarpılma sesinin
anksiyetik bir etkisi olabilirdi ve kapıyı çarpan kendisi bile olsa bu sinirini
bozabilirdi başka bir akşamda olsa.Bozmamalıydı, bu akşam sade olmalıydı.
Ayakkabılıktan, bağlanmamaktan bağcıkları aşınmış botlarını
çıkardı, yere attı usulca.Usulca belki de usulünce.Oysa ki sadece mevsim
normallerinin biraz altında seyreden bir bahar akşamıydı.Ama olsundu, bot
giymenin adımlara düzen veren ağırlığının yürüyüşe bir anlam kattığını
yadırganamazdı onun nezdinde.Bu akşam için taşınacak hiçbir eşyası olmamasına
rağmen, postacı çantasını da attı omzuna.İçine Tutunamayanlar’ı ve Büyük Saat’i
de koydu.Sebebini bilmiyordu, bir
ihtimal ağırlık yapsın diye,diğer ihtimal de birileri denk gelirse onlara
okumak.
“Elbette boş biteviye yapılan bir eylem olmamalıydı
yürümek.Yürümek, her zaman bir yerlere ulaşmak amacıyla yapılan bir eylem
değildi.Yürüyüşünü bir düzene, hatta aruz veznine uyduran insanların
aşındırdığı bu kaldırımlarda, zoraki bir saygıdan da olsa birazcık çaba
gösterilmeli” diye düşündü.Baston, her zaman yürüyüş aksaklıları için mi
kullanılmıştı?Tabii ki de hayır, asalet timsaliydi.Asalet sadece asillerde mi
bulunurdu?Tabii ki de hayır.Ama neden hayır?Düşündü, buna verecek cevabı
yoktu.Zaten bastonu da yoktu,o da bir sigara yaktı.
Zihni çöl fırtınalarında kumlarla dolup, duraksama evresine
girmeye başlarken, bedeni de onu epey uzaklara atmıştı.Solunda ağaçlar, sağında
ana yol olan bir kaldırımda ilerliyordu.O an, ‘o’ karşıdan gelse ne yapardı ki
acaba?Donup kalmazdı elbet, görmezden de gelemezdi.
Duygu yoğunluğunun zirveye çıktığı anlarda gözlerinin
dolması gibi istemediği bir alışkanlığı vardı.Freudsal düşününce bu
alışkanlığını doğrudan babasına dayandırırdı.Her söyleneni karşılıksız
dinleme, taştan kitabelere kazıdığı söylemleri yürek toprakları altına
gömme ve sadece susarak anlatma çabası, yani anlatamamak.
Karnı acıkmıştı.Bu saatte açık bir yer bulmak zordu,
yürümeye devam etmek lazımdı.Çok geçmedi, açık bir lokanta buldu.
Kendine has, ‘insanlar ve mekanlar kıstas cetveli’ne göre bu
lokanta, 3. sınıf bir mekandı.puanlama 1 ile 5 arasındaydı.İnsanları
derecelendirirken aynı puanlama usülü geçerliydi, kendisini de 2. sınıf
insanlardan
sayardı.
(Neden, çok mu
mütevazi?Hayır, riyakar o, mütevazilikten bile ekmek yiyecek kadar riyakar.)
Alt katta masalara göz gezdirdi; ikisi doluydu, diğeri de henüz temizlenmemişti. Yukarı çıkmasını
söyledi ona, döner ustası olduğu alnının açıklığındaki çizgilerin kızarıklığından
anlaşılan adam.Çok zorlamaya da gerek yoktu aslında, bu adamın elindeki döner
bıçağından da pekala anlaşılırıdı zaten.
Üzerine
serilen halı parçacıkları kirden kararmış dik bir merdivenden üst kata doğru
çıktı.Bir aile vardı; bir adam bir kadın bir de çocuk.Gözüne kestirdiği masaya
doğru ilerlerken, kadını göremeyeceği taraftaki, yola bakan sandalyeyi
seçmesi gerektiğini anımsadı yediği eski bir dayaktan.İnsanlar yanlış anlamayı
bir münakaşa aracı olarak kullanılardı ne de olsa.(Kavgayı kendisi çıkarmıştı
halbuki.)
Gerek yoktu böyle şeylere, sade bir akşam geçirmeliydi.
Masasında duran 10 gün öncesinin gazetesini okumaya koyuldu
yemeği gelene kadar.Bir politikacı, yaptığı hatalı söylemi düzeltmek yerine,
ısrarla savunuyor, hatalı söylem üzerinden hipotezler üretip söylemlerini
temellendiriyordu aklınca.Hatasının adı gibi farkındaydı oysa, ama tutarlı
olmak bunu gerektirirdi.Tutarlılık; insanları hatalarına ısrarda zorlayan bir
yeni çağ hastalığı…
Yemek geldi, yedi, hesabı ödedi ve çıktı.Ne kadar da sadeydi
her şey.Hemen bir parka attı kendini, bir sigara yaktı yemeğin üstüne.
Elini cebine attı, boşluğu hissetti.Belki de hayatında ilk
defa kasıtlı olarak evden telefonsuz çıkmıştı.Bu akşam kısıtsız olmalıydı ve de
sade.
(Telefon faturasını ödememişti.)
Oturduğu banktan etrafına bakıyor, seyre değer bir an
arıyordu.Ve buldu: Ellerinde deodorant
şişeleriyle parktaki masayı yakmaya çalışan dört erkek çocuk.İlk erkekliğin
getirisi olan borazan sesleriyle küfürler ediyor, şakalaşıyorlardı.Bir an
toplumcu damarı kabardı, müdahele etmek istedi.Vazgeçti, belki kendisi
çocukluğunda bunları yapsaydı; bu akşam, bu bankta, uydurma bir ruh
hastalığının onu zorladığı takıntılı ruh halinde olmayacaktı.Hem küle dönen
sigarasını çimlerin üstlerine doğru fırlatmasıyla, o çocukların masayı yakması
arasında ne fark vardı ki?Çocukları izlemeyi kesip önüne bakmaya başladı.
Böyle bir akşamda ve böyle bir bankta yalnız oturan bir
insanın yanına, o an bir dostu gelip sorgusuz sualsiz oturması lazım
gelirdi.Böyle bir olayın bu akşamda vücut bulabilmesi için, kendisiyle
özdeşleşmiş bir parkta, aranıldığında orada bulunabildiği bir bankı olmalıydı.O
bank bu bank değildi, ki zaten öyle bir bank da yoktu.
Sol yanı hala boştu.Mecaz ve gerçeğin aynı anlamlara geldiği
bir akşamdaydı, öylemesine sade.Ucuz edebiyat malzemeleri…İçinde çoşan dizeler
de ucuz dizelerdi zaten,; ama o onları makyajla; efektlerle öyle bir
hale sokuyordu ki…Yeni akımların ekmeğinden o da yiyordu, insanlar artık
anlamadıkları imgelerini pek bir şairane buluyordu.Anlayamadım demeye dili varmıyordu
hiç kimsenin.Eğer bir kişi çıkıp ona deseydi kötü şiir yazdığını, şair olurdu.
Elini ceketinin iç cebine attı.Kara kaplı defteri yoktu,
kalemi de.Elini cebine atmasından anlaşılıyordu ki, onu bu akşam sokaklara atan
içindeki doğum sancısıydı.Doğum sancısı dişil bir tamlama olabilirdi toplumca,
ama dünyanın en içli şairleri hep erkekti.Şu “o “ yanında olsaydı, bu son
lafını edemezdi.Şiir kokan bir kadının yanında kadın şairlerin varlığını hiçe
saymak…Böyle bir cesaret hamurunda yoktu.
(“O” deyip durduğuna da bakmayın canım, altı üstü bu sabah
okulda gördüğü kız.Edebiyat kulubünde rastlamışlar, elinde de Tutunamayan’lar
varmış.Şimdi anlamışsınızdır çantayı neden gezdirdiğini omzunda.)
Sancısı onu boğmadan kurtulmalıydı, koşar adım fırladı
oturduğu banktan ve bir kırtasiye aramaya koyuldu.
Bir cadde boyu yürüdü, en sonunda bir züccaciye dükkanı
buldu.Selam ve umutla girdi kapıdan içeri.Aradığı hemen karşısındaydı, hem de
yüzlercesi.Arkası silgili bir kurşun kalem buldu.Yazdıklarını silmezdi, ama
silgili kalemi estetik buldu.Ama bu akşamın sadeliğine aykırıydı,
vazgeçti.Silgisiz olanlardan buldu kenarda, hem de en ucuzu bunlardı, ne
iyi.Bir de bloknot lazımdı, defterler arasından tek renk olanını ararken bir
karı-koca tartışmasını da kulak kesildi istemsizce.Daha doğrusu istemsiz
görünen karşı konulmaz bir istençle.
Adam bir vazoyu almakta ısrar ederken, kadın kabul
etmiyordu.Ne kadar ilginç ve karmaşık bir durum.Silgili kalem bir yana, bu
kulak veriş gecenin sadeliğini yerle bir edebilirdi.Parasını ödedi ve umutla
girdiği dükkandan kaçarcasına çıktı.
Susamıştı, bir şeyler içmesi lazımdı.Yanyana duran bir
bakkal ve bir süpermarketten tabii ki de bakkalı seçti.Dolaptan bir şişe sade
soda aldı, karmaşık adıyla doğal maden suyu.
Şimdi bir de mekan lazımdı.Bir park aradı yana döne.En
sonunda bir parkın tenha köşesinde diğer banklara aykırı olarak ters yöne bakan
bir bankta oturdu.Defterini çıkardı, sodasını banka koydu.Kalemini
çıkardı, ama yazamadı.Sadelik ararken kalemsiz kaldı.Aldığı silgisiz kalem çürük
çıkmıştı.Anlaşılan bir geceyi daha boğularak geçirecekti, edebiyat camiası bu
gecelik o efsunlu dizelerden mahrum kalacaktı.
0 yorum:
Yorum Gönder