10 Eylül 2015 Perşembe

SADECE

17 Mart 2015 Salı
SADE CE


Kapıyı dışarıdan usulca çekti, kapı çarpılma sesinin anksiyetik bir etkisi olabilirdi ve kapıyı çarpan kendisi bile olsa bu sinirini bozabilirdi başka bir akşamda olsa.Bozmamalıydı,  bu akşam sade olmalıydı.
Ayakkabılıktan, bağlanmamaktan bağcıkları aşınmış botlarını çıkardı, yere attı usulca.Usulca belki de usulünce.Oysa ki sadece mevsim normallerinin biraz altında seyreden bir bahar akşamıydı.Ama olsundu, bot giymenin adımlara düzen veren ağırlığının yürüyüşe bir anlam kattığını yadırganamazdı onun nezdinde.Bu akşam için taşınacak hiçbir eşyası olmamasına rağmen, postacı çantasını da attı omzuna.İçine Tutunamayanlar’ı ve Büyük Saat’i de koydu.Sebebini bilmiyordu,  bir ihtimal ağırlık yapsın diye,diğer ihtimal de birileri denk gelirse onlara okumak.
“Elbette boş biteviye yapılan bir eylem olmamalıydı yürümek.Yürümek, her zaman bir yerlere ulaşmak amacıyla yapılan bir eylem değildi.Yürüyüşünü bir düzene, hatta aruz veznine uyduran insanların aşındırdığı bu kaldırımlarda,  zoraki bir saygıdan da olsa birazcık çaba gösterilmeli” diye düşündü.Baston, her zaman yürüyüş aksaklıları için mi kullanılmıştı?Tabii ki de hayır, asalet timsaliydi.Asalet sadece asillerde mi bulunurdu?Tabii ki de hayır.Ama neden hayır?Düşündü, buna verecek cevabı yoktu.Zaten bastonu da yoktu,o da bir sigara yaktı.
Zihni çöl fırtınalarında kumlarla dolup, duraksama evresine girmeye başlarken, bedeni de onu epey uzaklara atmıştı.Solunda ağaçlar, sağında ana yol olan bir kaldırımda ilerliyordu.O an, ‘o’ karşıdan gelse ne yapardı ki acaba?Donup kalmazdı elbet, görmezden de gelemezdi.
Duygu yoğunluğunun zirveye çıktığı anlarda gözlerinin dolması gibi istemediği bir alışkanlığı vardı.Freudsal düşününce bu alışkanlığını doğrudan babasına dayandırırdı.Her söyleneni karşılıksız dinleme,  taştan kitabelere kazıdığı söylemleri yürek toprakları altına gömme ve sadece susarak anlatma çabası, yani anlatamamak.

Karnı acıkmıştı.Bu saatte açık bir yer bulmak zordu, yürümeye devam etmek lazımdı.Çok geçmedi, açık bir lokanta buldu.
Kendine has, ‘insanlar ve mekanlar kıstas cetveli’ne göre bu lokanta, 3. sınıf bir mekandı.puanlama 1 ile 5 arasındaydı.İnsanları derecelendirirken aynı puanlama usülü geçerliydi, kendisini de 2. sınıf insanlardan
sayardı.
(Neden,  çok mu mütevazi?Hayır, riyakar o, mütevazilikten bile ekmek yiyecek kadar riyakar.)
Alt katta masalara göz gezdirdi; ikisi doluydu, diğeri  de henüz temizlenmemişti. Yukarı çıkmasını söyledi ona, döner ustası olduğu alnının açıklığındaki çizgilerin kızarıklığından anlaşılan adam.Çok zorlamaya da gerek yoktu aslında, bu adamın elindeki döner bıçağından da pekala anlaşılırıdı zaten.
Üzerine serilen halı parçacıkları kirden kararmış dik bir merdivenden üst kata doğru çıktı.Bir aile vardı; bir adam bir kadın bir de çocuk.Gözüne kestirdiği masaya doğru ilerlerken, kadını göremeyeceği taraftaki, yola bakan sandalyeyi seçmesi gerektiğini anımsadı yediği eski bir dayaktan.İnsanlar yanlış anlamayı bir münakaşa aracı olarak kullanılardı ne de olsa.(Kavgayı kendisi çıkarmıştı halbuki.)
Gerek yoktu böyle şeylere, sade bir akşam geçirmeliydi.

Masasında duran 10 gün öncesinin gazetesini okumaya koyuldu yemeği gelene kadar.Bir politikacı, yaptığı hatalı söylemi düzeltmek yerine, ısrarla savunuyor, hatalı söylem üzerinden hipotezler üretip söylemlerini temellendiriyordu aklınca.Hatasının adı gibi farkındaydı oysa, ama tutarlı olmak bunu gerektirirdi.Tutarlılık; insanları hatalarına ısrarda zorlayan bir yeni çağ hastalığı…

Yemek geldi, yedi, hesabı ödedi ve çıktı.Ne kadar da sadeydi her şey.Hemen bir parka attı kendini, bir sigara yaktı yemeğin üstüne.
Elini cebine attı, boşluğu hissetti.Belki de hayatında ilk defa kasıtlı olarak evden telefonsuz çıkmıştı.Bu akşam kısıtsız olmalıydı ve de sade.
(Telefon faturasını ödememişti.)
Oturduğu banktan etrafına bakıyor, seyre değer bir an arıyordu.Ve buldu:  Ellerinde deodorant şişeleriyle parktaki masayı yakmaya çalışan dört erkek çocuk.İlk erkekliğin getirisi olan borazan sesleriyle küfürler ediyor, şakalaşıyorlardı.Bir an toplumcu damarı kabardı, müdahele etmek istedi.Vazgeçti, belki kendisi çocukluğunda bunları yapsaydı; bu akşam, bu bankta, uydurma bir ruh hastalığının onu zorladığı takıntılı ruh halinde olmayacaktı.Hem küle dönen sigarasını çimlerin üstlerine doğru fırlatmasıyla, o çocukların masayı yakması arasında ne fark vardı ki?Çocukları izlemeyi kesip önüne bakmaya başladı.
Böyle bir akşamda ve böyle bir bankta yalnız oturan bir insanın yanına, o an bir dostu gelip sorgusuz sualsiz oturması lazım gelirdi.Böyle bir olayın bu akşamda vücut bulabilmesi için, kendisiyle özdeşleşmiş bir parkta, aranıldığında orada bulunabildiği bir bankı olmalıydı.O bank bu bank değildi, ki zaten öyle bir bank da yoktu.
Sol yanı hala boştu.Mecaz ve gerçeğin aynı anlamlara geldiği bir akşamdaydı, öylemesine sade.Ucuz edebiyat malzemeleri…İçinde çoşan  dizeler  de ucuz dizelerdi zaten,; ama o onları makyajla; efektlerle öyle bir hale sokuyordu ki…Yeni akımların ekmeğinden o da yiyordu, insanlar artık anlamadıkları imgelerini pek bir şairane buluyordu.Anlayamadım demeye dili varmıyordu hiç kimsenin.Eğer bir kişi çıkıp ona deseydi kötü şiir yazdığını, şair olurdu.

Elini ceketinin iç cebine attı.Kara kaplı defteri yoktu, kalemi de.Elini cebine atmasından anlaşılıyordu ki, onu bu akşam sokaklara atan içindeki doğum sancısıydı.Doğum sancısı dişil bir tamlama olabilirdi toplumca, ama dünyanın en içli şairleri hep erkekti.Şu “o “ yanında olsaydı, bu son lafını edemezdi.Şiir kokan bir kadının yanında kadın şairlerin varlığını hiçe saymak…Böyle bir cesaret hamurunda yoktu.
(“O” deyip durduğuna da bakmayın canım, altı üstü bu sabah okulda gördüğü kız.Edebiyat kulubünde rastlamışlar, elinde de Tutunamayan’lar varmış.Şimdi anlamışsınızdır çantayı neden gezdirdiğini omzunda.)
Sancısı onu boğmadan kurtulmalıydı, koşar adım fırladı oturduğu banktan ve bir kırtasiye aramaya koyuldu.
Bir cadde boyu yürüdü, en sonunda bir züccaciye dükkanı buldu.Selam ve umutla girdi kapıdan içeri.Aradığı hemen karşısındaydı, hem de yüzlercesi.Arkası silgili bir kurşun kalem buldu.Yazdıklarını silmezdi, ama silgili kalemi  estetik buldu.Ama bu akşamın sadeliğine aykırıydı, vazgeçti.Silgisiz olanlardan buldu kenarda, hem de en ucuzu bunlardı, ne iyi.Bir de bloknot lazımdı, defterler arasından tek renk olanını ararken bir karı-koca tartışmasını da kulak kesildi istemsizce.Daha doğrusu istemsiz görünen karşı konulmaz bir istençle.
Adam bir vazoyu almakta ısrar ederken, kadın kabul etmiyordu.Ne kadar ilginç ve karmaşık bir durum.Silgili kalem bir yana, bu kulak veriş gecenin sadeliğini yerle bir edebilirdi.Parasını ödedi ve umutla girdiği dükkandan kaçarcasına çıktı.

Susamıştı, bir şeyler içmesi lazımdı.Yanyana duran bir bakkal ve bir süpermarketten tabii ki de bakkalı seçti.Dolaptan bir şişe sade soda aldı, karmaşık adıyla doğal maden suyu.

Şimdi bir de mekan lazımdı.Bir park aradı yana döne.En sonunda bir parkın tenha köşesinde diğer banklara aykırı olarak ters yöne bakan bir bankta oturdu.Defterini çıkardı, sodasını  banka koydu.Kalemini çıkardı, ama yazamadı.Sadelik ararken kalemsiz kaldı.Aldığı silgisiz kalem çürük çıkmıştı.Anlaşılan bir geceyi daha boğularak geçirecekti, edebiyat camiası bu gecelik o efsunlu dizelerden mahrum kalacaktı.
Share:

0 yorum:

Yorum Gönder