14 Eylül 2014 Pazar

BARABEY BABA

 Bugünkü hasılatının iyi olduğu eskici arabasını itmekte zorlanışından anlaşılıyordu.Yaptığı işi seviyordu.Medeniyetlerin muasırlaşmasında onun katkısı çok büyüktü.Banka eliyle döşenmiş evlerin yükünü alma görevi onundu.Ne de olsa eski yüktü.Muasır medeniyetler böyle buyururdu.
Hurdacıya vardı, işinin son gününde epey yüklü bir para almıştı.Eve dönerken oğullarına birer paket sigara aldı, onları yarına çıkaracak kadar erzağını da eksik etmedi sırtında taşıdığı çuvalda.Yol boyunca düşündü.Dakikalar epeyce güç alıyordu bugün biletini zaman treninden.Bugün sondu, kalbindeki o derin yara bugün deva bulacaktı.Bunlarla aklını meşgul ederken evine vardı.Ev demek güçtü buraya, tarihi bir dehlizin oturulacak bir kısmına yerleşmişti buraya ilk geldiğinde.Yerin üstü diğerlerininse;  altı da onlarındı.
Masasına oturdu.Bu masayı buralara ilk geldiği zamanlar taşınan bir evden almıştı.Para da istememişlerdi ne güzel.O zamanlar  Yakup’la Mirzahit küçüklerdi.Akşam okuldan geldiklerinde masayı görünce çok sevinmişlerdi.Sınıf arkadaşları gibi i masada çalışmak hayali süslerdi masum düşlerini.Ama okuyamadılar, paraları yoktu.Kim bilir nereden ne zaman aldığını hatırlamadığı masa lambasının altında saatlerce düşündü.Herşeyi bir kağıda yazıp, sonra da çekip gitmeyi düşledi.Ama bu ihaneti ağırlaştırmaktan başka bir işe yaramazdıİhanet mi değil mi, bunu her şeyi anlatmadan bilemezdi.Saatine baktı.Oğullarının gelmesine az bir zaman kalmıştı.İyi kötü birer iş bulmuştu onlara.Bir kağıt fabrikasında çalışıyorladı, sigortaları da yatıyordu.Bir babanın bu şartlarda bahtiyar olmasına yeterdi bunlar.Her babanın döşünde burkulup kalan o sızıyı hissetti bir an:İyi baba olamamıştı belki de.Sonra  kalbindeki derin yara tekrar sızladı.O bu çocukların babası değildi.Hiç olmamıştı demek belki haksızlık olurdu ama belki gerçek olanda babaları olmadığıydı.
Duyduğu ayak sesleri onu içindeki azap nöbetinden uyandırdı.Oğulları geliyordu.Yakup Mirzahit’ten iki yaş büyüktü.Genişçe alnı, çekik gözleri ve iri cüssesi ona baktıkça vatanlarını anımsatıyordu.Urumçi…Ne kadar da uzaktı.Mirzahit vatanlarının suyunu abisinden 2 yıl az içtiğinden midir, onun kadar iri değildi.Ama kıvrak zekasıyla abisiyle kaç kere dayak yemekten kurtarmıştı onları.
Barabey oğullarına bakıp hayallere dalarken bir sesle irkildi.
-Hayırdır Barabey baba, dalmışsın.
Ona önünde ismini eklemeden hiç baba dememişlerdi bu zamana kadar.
-Kalkın cengaverler  bugün hasılat iyi.Size mis gibi birer balık ekmek bugün babanızdan, yine nasiplisiniz.
Gülümsedi cengaverler.Barabey onlara Cengaverler diye seslenirdi.Onlar hatırlamasa da, babaları Yunhan’dan kalma bir alışkanlıktı bu.Küçük şeylerle mutlu olmayı öğretmişti Barabey onlara, daha çok da yoksulluk.
Eminönü’ne doğru giderken adımları geriye sürüklüyordu Barabey’in.Ama bugün olmazsa acısından ve buruk vicdanının sızısıyla ölecekti.
Bir balıkçı teknesine oturdular.Tekne hafiften açılmaya başlıyordu.
-Buraya ilk indiğimiz günü hatırlar mısınız.Nasıl da ufaktınız.
Cengaver’ler bu hikayeyi kim bilir kaç kez dinlemişlerdi.Ama Barabey bugün bir başka anlatıyordu.Yalanı ortaya çıkan çocuklar gibi kızarmıştı yüzü.Hem bu hiç de o masum yalanlara benzemiyordu.
-Urumçi’yi hatırlıyor musunuz?Peki ya çalıştığımız madeni.16 saat çalışırdık her gün, sadece karın tokluğuna.
Onlar hatırlamazdı elbet.Ama Barabey hiç unutamazdı.Kardeşini gömmüştü o madene.Ya da o kendisi gömülmüştü; bir türlü aklından çıkmıyordu göçüğün altında kaldığı gün.Göçüğün içinden hiç olmazsa cesedini alalım diye atılmıştı, ama tuttular onu maden sahipleri.Ak kefenle değil de, kara elmasla sarılmıştı yorgun bedeni son yolculuğuna çıkarken.
-Sonra biz zulme  dayanamaz olduk.Hergün birileri öldürülmeye başladı.Camiler kapandı, zorla orucumuzu bozdurdular.Kaçalım dedik biz, gidelim buralardan.Aylarca toplandık sizin evde.Konuştuk, planlar yaptık.Siz uyurdunuz.Kardeşiniz hiç uyumazdı ama.
Kardeşlerinin adı anılınca içlerini buruk bir özlem sardı.
-Nasıl da kocaman olmuştur bizim tombalak.
Dedi Mirzahit.Barabey’in nutku tutuldu.Devam edemeyecek gibi oldu.Ama bugün sondu, buna mecburdu.
-Sonra birgün babanız Yunhan bir Tayland’lı kamyoncu buldu.O gece kaçacaktık.Sizin evde toplanmıştık.
Hikayenin buraya kadarının hepsi doğruydu.Her dinlediklerindeki bıkkınlık sarmıştı yine onları.
-Kalabalık görünmeyelim diye 3’erli 3’erli gidiyorduk kamyona.Kamyon iki sokak ötedeydi.En sona sizin aile ve ben kalmıştım.Babanız sizi bana verdi.Biz kamyona atladık, gizlenmek için samanların arasında sürecekti yol…
-Sonra kamyoncu Çin polisini görünce bastı gaza.Babam, annem ve kardeşim orada kaldılar.Onlar kaçamadı.Bu hikayeyi kaç kez dinledik Barabey Baba.Başka şeyler konuşalım.
Barabey’in gözünden ilk damla yaş o an düştü.
-Öyle değildi oğlum.Öyle değildi…
Bundan sonrasına Barabey’in hıçkırıkları ve Cengaverler’in şaşkın bakışları eşlik edecekti.
-Babanız, anneniz ve annenizin sırtındaki kundaktaki kardeşiniz sokağı dönecekti tam.İşte ben o an çalıların arasında içki içen kafası demli polisi gördüm.O bizi başından beri izliyormuş meğer.O an siren sesini duymamızla benim sizin gözünüzü kapatıp omuzlarıma bastırrmam bir oldu.Sonrasını siz bilmiyorsunuz.
O anki ölüm sessizliği birazdan anlatılacaklarla nasıl da aşinaydı.Ölüm…
-Nasıl, ne oldu, neyi bilmiyoruz?
Yakup bağırmıştı.Ne kadar mereklılarsa bir o kadar da korkuyorlardı.
-Oğullarım…Sireni duyan kamyon harekete geçmişti.Beklemek hepimizi yakardı.Yunhan üzerine saldıran polisi yere yığabilmişti.Babanız annenize koş yetiş diye bağırdı.O an anneniz sırtında kardeşinizle kamyona koşabilmişti.Siz görmüyordunuz.Kamyondan tutundu, biz çekmeye başladık yukarıya doğru.Ama o an o acı sesi duydum.Dünya yavaşladı o an, kurşunu görmüştüm.Görmez olaydım.Sonra annenizin feryadı…Kardeşinizin düşüşü…İkinci kurşun, anneniz.
-Ama…Sen bize böyle…Böyle değildi.Polis onları hiç görmedi demiştin.Babam mektuplarda onlara bizim öldüğümüzü söylediğini, hatta bahçeye mezarımızı  kazdığını söylemişti.Günlerce sorgulandığını, en sonunda sizin Tayland’a kaçtığınızı söylediğini yazmamış mıydı mektuplarda?
-Sonra babanızı hatırlıyorum.Yere vura vura ağlayışını…Feryadını…Sonra ayağa kalkıp cesurca göğüs gerişini, vuruluşunu…
-Mektuplar, kim yazdı onları.Hani geleceklerdi onlar da yakında buraya.Kardeşimin okul karnesi çıkmadı mı mektubun içinde.Yalan, söylüyorsun, sen yalancısın.
-Evet yalancıyım, ama bu sefer yalan söylemiyorum oğlum.Mektupların hepsini ben yazdım, hepsi benim işim.
Mirzahit sinirden sakalını oynuyordu, hep böyle yapardı.Yakup sadece uzaklara bakıyordu.
-Sonra Allah yardım etti.Biz kaçabildik Tayland’a.Orada bir mevsim ormanda yaşamaya çalıştık.Hatırladın mı Yakup, senin sara nöbetin tutmuştu birgün.Ama ölmemiştin, çok güçlüydün sen.Sonra birgün ben bir gemi buldum.Türkiye’ye de uğruyordu.Varillere sığıştırmışlardı bizi.Günde bir öğün artık yemek veriyorlardı.Sonunda gelebilmiştik.Bizi limanda denetim var diye bir balıkçı teknesine atmışlardı.Tam da burada indirmişti adam bizi.Ben 2 ay adamın yanında çalışmıştım bizi ihbar etmesin  diye.
Sonra Mirzahit Barabey’i kahreden o soruyu sordu:
-Neden?
-Size bir kere yalan söylemiştim.Kamyonda, samanların arasında.O yola bir kez girmiştim.Yalan söylendiği an yolun bir tarafına bir kaya düşer, uçurum olur o yol.Geriye dönebilmek için düşmeyi göze almak gerekir.Ben bugün düştüm oğullarım.En dibe…Siz büyüyordunuz, ben yetim büyüdüm.Size o hissi tattırmamak için  yanınızda ben oldum.Ama kimsesiz olduğunuzu bilmeniz bile sizi dibe götürürdü.Kimsesiz olduğunuzu bilseniz, beni de kimseden saymazdınız hem.
Barabey ayağa kalktı.Ceplerini boşalttı.Gizli saklı biriktirdiği 5000 lirayı banka bıraktı.Oğullarına son kez baktı.İkisi de ağlamıyordu.Döndü, denize baktı.
-Helal edin!
Belki de son sözü bu oldu.
Atladı.Cumburlop…Ardından yıllarca duyamadığı o sesi duymuştu.Önünde eki de yoktu bu kez.
-Baba!
Bahtiyar olmuştu, ama bahtiyar ölememişti.Kader ağlarını öremeden balıkçı ağına takılmıştı.Ağa takıldığında çalan çan sesi tekneciye mevzuyu çaktırmıştı.Denizden çıkardılar.Sadece biraz ıslanmıştı ve üşüyordu.Ama belini büken küfesini sırtından indirmiş hamal kadar hafiflemişti.

13 Eylül 2014 Cumartesi

ÇAMUR


Uyandı.İki saat ertelemeli bir uyanıştı bu.Sabah 7'de uyansa başka bir otobüsle gidebilirdi, ama 9'da uyanınca tüm işler değişti, hatta sarpa sardı.Bir ölünün toprağa gömülmesi ne kadar doğalsa onun da sabah uyandığında aç olması da bir o kadardı.İki gün evvel annesinin doldurup gittiği buzdolabından bir dilim kek aldı, bir bardakta kola doldurdu.Bu ikisi onu üç saat ayakta tutabilirdi.Çıkarken eve son kez bir göz gezdirdi.Kapıyı çekti ve çıktı.



Otobüse bineceği yere kadar yağmur altında huzurlu bir yürüyüş yapacağını düşünmüştü, ama umduğu gibi olmadı.Yağan doluydu.Yağmak kelimesi yerine düşmek tabiri daha doğru olurdu, toprağı delecersine iniyordu çünkü.İçinden 'Hava muhalefeti tabiri nasıl da içinde bulunduğum hal-i pürmelal ile uyuşuyor' diye geçirdi.Böylesine usturuplu cümleleri sadece içinden geçirirdi zaten.Bahçe kapısını kilitlemeye yeltendi ama, niyeti bozuk bir adam pekala tel örgüden atlayıp girebilirdi.Güldü kendi kendine; yerleşik bütün düzenlere ve haline.

Yolda birikintiler oluşturan suya düşen damlalar akisler çiziyordu.Suni bir hislenme nöbeti oluşturuyordu onda, bir göl misali.Bir sigara yaktı.Şehrin uzağında, köyümsü bir yerdi  yürüdüğü yol ve dahilinde yaşadığı ev.Şehirden  uzak olan her yer ona meskendi.Yalnızdı ve bunun kıymetini bilenlerdendi.İnsanın olduğu mecrada herkes politikacıydı ne de olsa.Ormanları gitmeyi yeğledi bir zaman, ama ne acı ki kesiyorlardı ormanları.Kütüptanelere sığınsa, sarmalıyordu etrafını popülizm algısı.Dayanamadı,  kaçtı o da.Ama insanlardan değildi bu kaçış:İnsanlıktandı.



Yol bitmek bilmiyordu, kapüşonu onun 'ağrısavarıydı'.Sinüzit illetinden muzdaripti o da.'Kapüşonun mucidi de Albertino Sinüzintal olsa gerek ' diye söylendi dışından.Böylesine modernist cümleleri rahatlıkla söyleyebilirdi.Kimse yadırgamazdı onu, üstüne takdir bile toplardı.





Ayakkabıları, paçası, her tarafı çamura bulanmıştı.Dolu yağmura çevirmişti Allah'tan.Otobüsün geçtiği ana yola varabilmişti.Ayakkabısını yola sürterek çamurunu silmeye çalıştı, ama fayda etmiyordu.Otostop çekmeyi düşündü, ama ayağının çamurundan utanıp vazgeçti fikrinden.Bunları düşünürken beklediği otobüs geldi.Şehirler arası yolcu taşıyan bir otobüse yolun tam orta yerinden biniyordu.El etti, gördüler, durdular.Bütün taşıma araçlarının vazgeçmedikleri bir kaide vardı, el ettiğiniz yerin bir koşu mesafesi kadar uzağında dururlardı.Kaide değişmedi.Koştu ve yetişti otobüse.


Koltukların çoğu boştu.Boş bir koltuğa çantasını attı ve muavinin yanına gitti.Elini cebine attı, ineceği durağı söyledi.'Tamam abim sen otur' dediler.
Gideceği yol az bir yoldu zaten.'Adamlar otur dediklerine göre para almayacaklar demek ki' diye düşündü.'Ne iyi adamlarmış sağolsunlar' dedi hatta bir de.Sevindi de biraz.Bir paket sigara parası demekti bu ne de olsa.Koltuğuna keyifle yaslandı.




İzliyordu, bu en severek yaptığı işti.Çoğu zaman tehlikeli sonuçlar doğurabiliyordu, izlenenler insanlar olursa.Dayak bile yemişti bir seferinde.Gözü koridorun diğer tarafında, tam karşısında oturan ihtiyara takıldı.Kapkara kirli bir sakalı vardı.Sponsorlu bir şapkadan taşan saçları yaşına göre hala simsiyahtı.Kıyafetleri de eskiydi.Dağıtılan keki yemiş, üstüne suyu içiyor ve ağzını şapırdatıyordu.Ayağında ise terlikleri vardı.Meczuptu, evet evet öyleydi.'Akıl insanı terk ederse deli, insan aklını terk ederse meczup olur' demişti bir zaman bir ermiş.Bu adamın uzun ve kapkara tırnaklarından insanlarla bir bağı olmadığı net biçimde anlaşılıyordu.İnsanlarla işi olmayanın aklıyla da işi olmazdı.

Bir yerlerden bir ses geliyordu.Böyle mekanik, endüstriyel bir sesti sanki.Öylesine şaşmaz bir ritme sahipti.Sesin arkada uyuyan adamın horlaması olduğunu duymasıyla yine gülümsedi kendi kendine.Adamın horlama eşiği, yolda sıralı duran elektrik direklerinin birinden diğerine ulaşılana kadar geçen zamanla eş değerdi.


Birden muavin celallendi.Para toplamaya çıkmıştı.Birini, birşeylere kızıyordu.Anladı, ona kızıyordu muavin.Çamur diyordu.
-Çamur ettin her tarafı!
-Kusura bakma  abi, farkında değildim
-Ahıra girer gibi biniyorsunuz otobüse ya.Bak şu yaptığına hepsini sen yaptın.
 Diyordu koridoru göstererek.
'Yağmur yağıyordu.Hem çamur silmek yaptığın işin fıtratında var' diyecek oldu, diyemedi.
 'Ver 4 lira' dedi muavin.Çıkardı, verdi parayı.

Neye uğradığını şaşırmıştı.'Bu denli bir duygu değişimini psikoloji kitaplarında bile bulamazlar' diyordu.
Demin meczup yaftasını yapıştırdığı ihtiyar geldi oturdu yanına.Olası bir laf dalaşını engellemiş oldu.
İhtiyar onu teselli eder bir iki cümle söyledi.Ama boşunaydı.

Utanmıştı, yerin dibine girmek istiyordu, ama ölümden de korkardı.Hiç hak etmediği bir muameleye reva görülmüştü.Tepetaklak olmuştu düşünceleri.Bir daha insanlar hakkında düşünmemeye kadar verebilirdi.Buna literatürde ön yargı deniyordu.Belki durağına gelip indiğinde, çantasını yanına alıp; ön yargılarını otobüste bırakmış olabilirdi.

İneceği yere geldi.Ayaklarının ucuna basa basa yürüyordu artık.Muavin hala konuşuyordu.Muavine şöyle sunturlu bir kafa atıp öyle inmek istedi.Ama suçluydu, muamele yanlış da olsa suç onundu.Tesadüftendir, meczup ihtiyar da onunla aynı durakta iniyordu.İhtiyara el ederek 'Allahaısmarladık dayı' dedi.Dede de ona 'Sağol yiğenim' dedi ve ayrıldılar.İhtiyar belki hiç orada olmamıştı.Çünkü onu kendisinden başkasıyla konuşurken görmemişti.Böyle kuruntularla kafa patlatmayı çok severdi.

GAZOZ KAPAĞI

Dolaşırken bayındır olamayan şehrin dar sokaklarında
Beton binalar, süslü camekanlar 
Doluydu hep önümde ardımda
Ve ben her adımımda çarpışıyordum onlarla
Paradan elbiseleri üstlerinde pek de hoş duran
Dönen dünyamızın 
Kendi ekseni etrafında dolanan insanlarına
İnsanlar; günlerini kaldırım eskitmekle meşru sayanlar…


Kulağımda bir eskicinin boğuk sesi çınlar
Gazoz kapağı toplayan tıfıl çocuklar sarar onun etrafını
Ama o;
Banka eliyle  döşenmiş evlerin
Yükünü alabilmek hevesindedir
Belki de
Eski yük olduğundan
Muasır medeniyetler böyle buyurduğundan.

FOSFORU AKMIŞ ŞEHİR

Fosforu akmış bu şehrin
Çağrılınca gelmeyen kedileri
Adak adanmayan çokca Tanrı'ları var
Riya zinciriyle bağlı ideolojilere inanıyorlar da
Rüya bile görmüyorlar sevdiğim

Seninle söyle biraz geçmişe gidelim, açalım tozlu kapılarını tarihin
Bulsak ilk tekmeyi atanı, o kara kediye
Ben tutsam o zalimi; sen de kediyi alıp kucaklasan
Kaçar mıydı ben çağırdığımda kediler, peki.
Atar mıydı Sappho kendini kayalıklardan?
Sevilseydi ucundan kıyısından.

İnanmıyorum gözü olmadığına yarasaların.
Kör olsam bulamam ki seni sesinden, sokaklar dar.
Bayındırlık dedikleri çiftli yollar,ya da duyurulması reklamların
Şehri kuşatacak eli meşaleli bir  ordu var, yoksa
Biteviye değil yanıp sönmesi  lambaların.

12 Eylül 2014 Cuma

DEHLİZ

Biraz önce ayrıldık; aldatıldım biraz.
Haberi olmadı aldatıldığımdan.
Benden de.
Tanışmış olsak; ya da iki laf etseydik karşılıklı;
gitmezdi belki.
Belki de hiç yoldaş olmazdı bana.
Şairler ülkesine gemiler kalkmaz, dağları sert kalplidir;
trenleri geçirmez.
Yukarısı kalabalıktır.
Aşağısı ise karanlık.
Dehlizleri diyorum.
Dehlizler dar, dehlizler efsunlu, dehlizler ki;
Şairler bilir uzayıp kıvrılan yolu.
Siyah kaplı; ciltli, saman kağıdından kapıları vardır.
Yazan bir tebeşir parçası bile açar bu kadim kapıları.
Hoş; kolaydır girmesi.
Ama sadece yüce ozanlar görür yolun sonundaki ışığı.
Ben sadece yürümeyi biliyordum,
Dürüstçe söylemek gerekirse sürünmeyi.
Güzel şiirler güzel ellerden çıkar ne de olsa.
Ellerim Norveç'li balıkçılar kadar yıpranmıştır benim oysa.
Haklarını yemeyelim; onlarınki emekten.
Benimki ise çirkinlikten.
Bir gün yine 'sürünayak' ilerlemekteydim.
Zifiri karanlıkta bir siluete rastladım.
Zifiri karanlıkta gördüm diyorum;
Çünkü algı 'aşağıda' farklı işler.
Görülmez; rastlanır.
O da yolcuydu.
Yolun haritası ellerindeydi sanki;
Cesaretinden bahsetme cesaretini ben bulamıyordum.
Elleri diyorum; çok şairaneydi.
Beraber nice dize tepeledik.
Otobüsler, hastaneler, bakkallar...
Yukarının insanlarından dizeler aşırdık;
eski kara bohçalarımıza.
Dehlizlere sığamadık, kağıtları taşırdık.
Bir gün gitti, belki de hiç gelmemişti.
Bazen karıştırıyorum biraz.
Bu şiire başladığımda neredeydim; hatırlamıyorum.
Belleğim kötü bir arkadaş;
Ben mi safım; yoksa uyanık olan o mu bilmem ama.
Aldanan hep ben oluyorum.
Ama görülüyor ki sen buradasın, tam karşımda.
Karanlıktan korkmuyorsun demek.
Vah ki vah; halin harap.
Bir de  algına bir iki damla  anlam damlacığı düştüyse.
Birazcık kendini bulabildiysen bir de bu zifiri karanlıkta.
Hiç kusura bakma.
2012071712
Üzerimdeki gömlekten bir tane daha getirebilir misiniz?
Karşımda oturan dostuma lazım oldu da.