30 Mart 2015 Pazartesi

Sepyalı Kadraj

Kızıl Bulutlar Ülkesi'nin zarif kadını
Hatırlar mısın aynı yağmur altında,
Islanırken günü getirdiğimi saçlarına?
Ebabillerin pençelerinden sızan
Üç kat efsunlu kırmızı yağmur damlalarının
Başımı kızgın bir alev hışmıyla delip,
Göz altı torbalarımda eylediği kızıl denizleri
Ve aynı yağmurun saçlarında doğurduğu lirik güneşin
Benim günümü bir dehliz karanlığına bürüdüğünü.

Hatırlamazsın elbet, çünkü bu saydıklarım
Bir bedevi çocuğunun gökküşağı altında
Uzanıp, bahtiyarlığı göklerde araması kadar
İmkansız
İmkansız, çünkü renksizdir benim düşlerim.

Ama,
Ayrı kalplerde konuk edilen iki ruhun
Aynı bilinçaltı senaryosunda
Yasaklardan arınmış bir kadraj içinde
Masumane bir siyah beyaz aşk filmini oynaması
İhtimaller dahilinde olabilir
Belki de bu ihtimaldir beni ölüp dirilten
Bilmiyorsanız söyleyeyim
Uyumak, sürrealist yönlerden ölüp dirilmelere gebedir

17 Mart 2015 Salı

SADE C.



Kapıyı dışarıdan usulca çekti, kapı çarpma sesinin insanda anksiyetik bir etkisi olabilirdi.Ayakkabılıktan, bağlanmamaktan bağcıkları aşınmış botlarını çıkardı, yere attı usulca.Usulca ya da usulünce.Oysa ki sadece mevsim normallerinin biraz altında seyreden bir bahar akşamıydı.Ama olsundu, bot giymenin adımlara düzen veren ağırlığının yürüyüşe bir anlam kattığını yadırganamazdı onun nezdinde.

Elbette boş biteviye yapılan bir eylem olmamalıydı yürümek.Yürümek, her zaman bir yerlere ulaşmak amacıyla yapılan bir eylem değildi.Yürüyüşünü bir düzene, hatta aruz veznine uyduran insanların aşındırdığı bu kaldırımlarda,  zoraki bir saygıdan da olsa birazcık çaba gösterilmeli diye düşündü.Baston, her zaman yürüyüş aksaklıları için mi kullanılmıştı?Tabii ki de hayır, asalet timsaliydi.Asalet sadece asillerde mi bulunurdu?Tabii ki de hayır.Ama neden hayır?Düşündü, buna verecek cevabı yoktu.Zaten bastonu da yoktu, bir sigara yaktı.

Zihni çöl fırtınalarında kumlarla dolup, duraksama evresine girmeye başlarken, bedeni de onu epey uzaklara atmıştı.Solunda ağaçlar, sağında ana yol olan bir kaldırımda ilerliyordu.O an, ‘o’ karşıdan gelse ne yapardı ki acaba?Donup kalmazdı elbet, görmezden de gelemezdi.

Duygu yoğunluğunun zirveye çıktığı anlarda gözlerinin dolması gibi istemediği bir alışkanlığı vardı.Freudsal düşününce bu alışkanlığını doğrudan babasına dayandırırdı.Her söyleneni karşılıksız dinleme,  taştan kitabelere kazıdığı söylemleri yürek toprakları altına gömme ve sadece susarak anlatma çabası, yani anlatamamakAma Freud düşüncesi saçmaydı ve bu alışkanlığın ya da huyun, tek bir açıklaması vardı: Yaratılış.Bazı ruhlar yaratılırken üflenen nefes  biraz ince gelirdi bedene göre, onunki gibi.

Karnı acıkmıştı.Bu saatte açık bir yer bulmak zordu, yürümeye devam etmek lazımdı.Çok geçmedi, açık bir lokanta buldu.

Kendine has, ‘insanlar ve mekanlar kıstas cetveli’ne göre bu lokanta, 3. Sınıf bir mekandı.Selam verdi, bir tavuk şiş dürüm söyledi.Alt katta masalara göz gezdirdi; ikisi dolu birisi temiz değildi.Yukarı çıkmasını söyledi döner ustası olduğu alnının açıklığındaki çizgilerin kızarmış olmasından anlaşılan adam.Elindeki döner bıçağından da pekala anlaşılırıdı zaten.

Üzerine serilen halı parçacıkları kirden kararmış dik bir merdivenden üst kata doğru çıktı.Bir aile vardı, bir adam bir kadın bir de çocuk.Gözüne kestirdiği masaya doğru ilerlerken, kadını göremeyeceği taraftaki, yola bakan sandalyeyi seçmesi gerektiğini anımsadı yediği eski bir dayaktan.İnsanlar yanlış anlamayı bir münakaşa aracı olarak kullanılardı ne de olsa.Gerek yoktu böyle şeylere, sade bir akşam geçirmeliydi.

 

Masasında duran 10 gün öncesinin gazetesini okumaya koyuldu yemeği gelene kadar.Bir politikacı, yaptığı hatalı söylemi düzeltmek yerine, ısrarla savunuyor, hatalı söylem üzerinden hipotezler üretip söylemlerini temellendiriyordu aklınca.Hatasının adı gibi farkındaydı oysa, ama tutarlı olmak bunu gerektirirdi.Tutarlılık; insanları hatalarına ısrarda zorlayan bir yeni çağ hastalığı…

 

Yemek geldi, yedi, hesabı ödedi ve çıktı.Ne kadar da sadeydi her şey.Hemen bir parka attı kendini, bir sigara yaktı yemeğin üstüne.

Elini cebine attı, boşluğu hissetti.Belki de hayatında ilk defa kasıtlı olarak evden telefonsuz çıkmıştı.Bu akşam kısıtsız olmalıydı ve de sade.

Oturduğu banktan etrafını izlerken, kendine seyirlik arıyordu.Ve ellerinde deodorant şişeleriyle parktaki masayı yakmaya çalışan 4 erkek çocukta karar kıldı.İlk erkekliğin getirisi olan borazan sesleriyle küfürler ediyor, şakalaşıyorlardı.Bir an toplumcu damarı kabardı, müdahele etmek istedi.Vazgeçti, belki kendisi çocukluğunda bunları yapsaydı, bu akşam, bu bankta,  bu halde oturmuyor olacaktı.Hem küle dönen sigarasını çimlerin üstlerine doğru fırlatmasıyla, o çocukların masayı yakması arasında ne fark vardı ki?Çocukları izlemeyi kesip önüne bakmaya başladı.

Böyle bir akşamda ve böyle bir bankta yalnız oturan bir insanın yanına, o an bir dostu gelip sorgusuz sualsiz oturması lazım gelirdi.Böyle bir olayın bu akşamda vücut bulabilmesi için, kendisiyle özdeşleşmiş bir parkta, aranıldığın orada bulunabildiği bir bankı olmalıydı.Bu bank öyle bir bank değildi, ki zaten öyle bir bank da yoktu.

Sol yanı hala boştu.Mecaz ve gerçeğin aynı anlamlara geldiği bir akşamdaydı, öylemesine sade.Belki ‘o’ gelirdi.Ne de olsa farkına varamadan bedeni onu, ‘o’nun hergün ayak bastığı yollara sürüklemişti.Yakınlarındaydı belki.

Elini ceketinin iç cebine attı.Kara kaplı defteri yoktu, kalemi de.Elini cebine atmasından anlaşılıyordu ki, onu bu akşam sokaklara atan içindeki doğum sancısıydı.Doğum sancısı dişil bir tamlama olabilirdi toplumca, ama dünyanın en içli şairleri hep erkekti.Sancısı onu boğmadan kurtulmalıydı, koşar adım fırladı oturduğu banktan ve bir kırtasiye aramaya koyuldu.

Bir cadde boyu yürüdü, en sonunda bir züccaciye dükkanı buldu.Selam ve umutla girdi kapıdan içeri.Aradığı hemen karşısındaydı, hem de yüzlercesi.Arkası silgili bir kurşun kalem buldu.Yazdıklarını silmezdi, ama silgili kalemi  estetik buldu.Ama bu akşamın sadeliğine aykırıydı, vazgeçti.Silgisiz olanlardan buldu kenarda, hem de en ucuzu bunlardı, ne iyi.Bir de bloknot lazımdı, defterler arasından tek renk olanını ararken bir karı-koca tartışmasını da kulak kesildi istemsizce.Daha doğrusu istemsiz görünen karşı konulmaz bir istençle.

Adam bir vazoyu almakta ısrar ederken, kadın kabul etmiyordu.Ne kadar ilginç ve karmaşık bir durum.Silgili kalem bir yana, bu kulak veriş gecenin sadeliğini yerle bir edebilirdi.Parasını ödedi ve umutla girdiği dükkandan kaçarcasına çıktı.

 

Susamıştı, bir şeyler içmesi lazımdı.Yanyana duran bir bakkal ve bir süpermarketten tabii ki de bakkalı seçti.Dolaptan bir şişe sade soda aldı, karmaşık adıyla doğal maden suyu.

Şimdi bir de mekan lazımdı.Bir park aradı yana döne.En sonunda bir parkın tenha köşesinde diğer banklara aykırı olarak ters yöne bakan bir bankta oturdu.Defterini çıkardı, sodasını  banka koydu.Kalemini çıkardı, ama yazamadı.Sadelik ararken kalemsiz kaldı.Aldığı silgisiz kalem çürük çıkmıştı.Anlaşılan bir geceyi daha boğularak geçirecekti.