Kapıyı dışarıdan usulca çekti, kapı çarpma sesinin
insanda anksiyetik bir etkisi olabilirdi.Ayakkabılıktan, bağlanmamaktan
bağcıkları aşınmış botlarını çıkardı, yere attı usulca.Usulca ya da usulünce.Oysa
ki sadece mevsim normallerinin biraz altında seyreden bir bahar akşamıydı.Ama
olsundu, bot giymenin adımlara düzen veren ağırlığının yürüyüşe bir anlam
kattığını yadırganamazdı onun nezdinde.
Elbette boş biteviye yapılan bir eylem olmamalıydı
yürümek.Yürümek, her zaman bir yerlere ulaşmak amacıyla yapılan bir eylem
değildi.Yürüyüşünü bir düzene, hatta aruz veznine uyduran insanların
aşındırdığı bu kaldırımlarda, zoraki bir
saygıdan da olsa birazcık çaba gösterilmeli diye düşündü.Baston, her zaman
yürüyüş aksaklıları için mi kullanılmıştı?Tabii ki de hayır, asalet
timsaliydi.Asalet sadece asillerde mi bulunurdu?Tabii ki de hayır.Ama neden
hayır?Düşündü, buna verecek cevabı yoktu.Zaten bastonu da yoktu, bir sigara
yaktı.
Zihni çöl fırtınalarında kumlarla dolup, duraksama
evresine girmeye başlarken, bedeni de onu epey uzaklara atmıştı.Solunda
ağaçlar, sağında ana yol olan bir kaldırımda ilerliyordu.O an, ‘o’ karşıdan
gelse ne yapardı ki acaba?Donup kalmazdı elbet, görmezden de gelemezdi.
Duygu yoğunluğunun zirveye çıktığı anlarda
gözlerinin dolması gibi istemediği bir alışkanlığı vardı.Freudsal düşününce bu
alışkanlığını doğrudan babasına dayandırırdı.Her söyleneni karşılıksız
dinleme, taştan kitabelere kazıdığı
söylemleri yürek toprakları altına gömme ve sadece susarak anlatma çabası, yani
anlatamamakAma Freud düşüncesi saçmaydı ve bu alışkanlığın ya da huyun, tek bir
açıklaması vardı: Yaratılış.Bazı ruhlar yaratılırken üflenen nefes biraz ince gelirdi bedene göre, onunki gibi.
Karnı acıkmıştı.Bu saatte açık bir yer bulmak zordu,
yürümeye devam etmek lazımdı.Çok geçmedi, açık bir lokanta buldu.
Kendine has, ‘insanlar ve mekanlar kıstas cetveli’ne
göre bu lokanta, 3. Sınıf bir mekandı.Selam verdi, bir tavuk şiş dürüm
söyledi.Alt katta masalara göz gezdirdi; ikisi dolu birisi temiz değildi.Yukarı
çıkmasını söyledi döner ustası olduğu alnının açıklığındaki çizgilerin kızarmış
olmasından anlaşılan adam.Elindeki döner bıçağından da pekala anlaşılırıdı
zaten.
Üzerine serilen halı parçacıkları kirden kararmış
dik bir merdivenden üst kata doğru çıktı.Bir aile vardı, bir adam bir kadın bir
de çocuk.Gözüne kestirdiği masaya doğru ilerlerken, kadını göremeyeceği
taraftaki, yola bakan sandalyeyi seçmesi gerektiğini anımsadı yediği eski bir
dayaktan.İnsanlar yanlış anlamayı bir münakaşa aracı olarak kullanılardı ne de
olsa.Gerek yoktu böyle şeylere, sade bir akşam geçirmeliydi.
Masasında duran 10 gün öncesinin gazetesini okumaya
koyuldu yemeği gelene kadar.Bir politikacı, yaptığı hatalı söylemi düzeltmek
yerine, ısrarla savunuyor, hatalı söylem üzerinden hipotezler üretip
söylemlerini temellendiriyordu aklınca.Hatasının adı gibi farkındaydı oysa, ama
tutarlı olmak bunu gerektirirdi.Tutarlılık; insanları hatalarına ısrarda
zorlayan bir yeni çağ hastalığı…
Yemek geldi, yedi, hesabı ödedi ve çıktı.Ne kadar da
sadeydi her şey.Hemen bir parka attı kendini, bir sigara yaktı yemeğin üstüne.
Elini cebine attı, boşluğu hissetti.Belki de
hayatında ilk defa kasıtlı olarak evden telefonsuz çıkmıştı.Bu akşam kısıtsız
olmalıydı ve de sade.
Oturduğu banktan etrafını izlerken, kendine seyirlik
arıyordu.Ve ellerinde deodorant şişeleriyle parktaki masayı yakmaya çalışan 4
erkek çocukta karar kıldı.İlk erkekliğin getirisi olan borazan sesleriyle
küfürler ediyor, şakalaşıyorlardı.Bir an toplumcu damarı kabardı, müdahele
etmek istedi.Vazgeçti, belki kendisi çocukluğunda bunları yapsaydı, bu akşam,
bu bankta, bu halde oturmuyor
olacaktı.Hem küle dönen sigarasını çimlerin üstlerine doğru fırlatmasıyla, o
çocukların masayı yakması arasında ne fark vardı ki?Çocukları izlemeyi kesip
önüne bakmaya başladı.
Böyle bir akşamda ve böyle bir bankta yalnız oturan
bir insanın yanına, o an bir dostu gelip sorgusuz sualsiz oturması lazım
gelirdi.Böyle bir olayın bu akşamda vücut bulabilmesi için, kendisiyle
özdeşleşmiş bir parkta, aranıldığın orada bulunabildiği bir bankı olmalıydı.Bu
bank öyle bir bank değildi, ki zaten öyle bir bank da yoktu.
Sol yanı hala boştu.Mecaz ve gerçeğin aynı anlamlara
geldiği bir akşamdaydı, öylemesine sade.Belki ‘o’ gelirdi.Ne de olsa farkına
varamadan bedeni onu, ‘o’nun hergün ayak bastığı yollara
sürüklemişti.Yakınlarındaydı belki.
Elini ceketinin iç cebine attı.Kara kaplı defteri
yoktu, kalemi de.Elini cebine atmasından anlaşılıyordu ki, onu bu akşam
sokaklara atan içindeki doğum sancısıydı.Doğum sancısı dişil bir tamlama
olabilirdi toplumca, ama dünyanın en içli şairleri hep erkekti.Sancısı onu
boğmadan kurtulmalıydı, koşar adım fırladı oturduğu banktan ve bir kırtasiye
aramaya koyuldu.
Bir cadde boyu yürüdü, en sonunda bir züccaciye
dükkanı buldu.Selam ve umutla girdi kapıdan içeri.Aradığı hemen karşısındaydı,
hem de yüzlercesi.Arkası silgili bir kurşun kalem buldu.Yazdıklarını silmezdi,
ama silgili kalemi estetik buldu.Ama bu
akşamın sadeliğine aykırıydı, vazgeçti.Silgisiz olanlardan buldu kenarda, hem
de en ucuzu bunlardı, ne iyi.Bir de bloknot lazımdı, defterler arasından tek
renk olanını ararken bir karı-koca tartışmasını da kulak kesildi
istemsizce.Daha doğrusu istemsiz görünen karşı konulmaz bir istençle.
Adam bir vazoyu almakta ısrar ederken, kadın kabul
etmiyordu.Ne kadar ilginç ve karmaşık bir durum.Silgili kalem bir yana, bu
kulak veriş gecenin sadeliğini yerle bir edebilirdi.Parasını ödedi ve umutla
girdiği dükkandan kaçarcasına çıktı.
Susamıştı, bir şeyler içmesi lazımdı.Yanyana duran
bir bakkal ve bir süpermarketten tabii ki de bakkalı seçti.Dolaptan bir şişe
sade soda aldı, karmaşık adıyla doğal maden suyu.
Şimdi bir de mekan lazımdı.Bir park aradı yana
döne.En sonunda bir parkın tenha köşesinde diğer banklara aykırı olarak ters
yöne bakan bir bankta oturdu.Defterini çıkardı, sodasını banka koydu.Kalemini çıkardı, ama
yazamadı.Sadelik ararken kalemsiz kaldı.Aldığı silgisiz kalem çürük
çıkmıştı.Anlaşılan bir geceyi daha boğularak geçirecekti.