28 Kasım 2015 Cumartesi

Kafiyeli Adamlar

Bir adamı öldürmek kara kaplı defterlerin arasında
Ve son çokluklarını da sobadan çıkan dumanla kızıl göklere havale etmek
Her bunalışında teker teker çoğalan tek bir adamın
İşleyeceği bir cinayet olur olsa olsa

Sonbahar gelir, eylül gider
Dizeler yakılır közde kömürden önce
Ve küle dönen her şiir
Kimsesizce gömülen cenazelere bedellenir

Bir adam vardır, çok kişilik asansörlere tek başına bindiğinde
Öter fazla yük sireni
O vakit adam çatı katına kadar sürünerek çıkar ve
Güvercinlere yem eder küllerini

8 Kasım 2015 Pazar

Beşiktaş Nasıl Kurtulur?(Galip Erdem)



BEŞİKTAŞ NASIL KURTULUR?
Galip ERDEM
Yılbaşı gecesi. Evdeyim ve yalnızım. İş olsun niyetine, âdet yerine gelsin diye TV'nu açmışım. Birileri eğleniyor, zıplıyorlar, sıçrıyorlar, mütemadiyen gülüyorlar ve galiba marifetleriyle beni de güldürmek istiyorlar. Bakıyorum ama, gördüğüm çok şüpheli! Kulağıma bir takım acaip sesler geliyor, hiç anlamıyorum. Bir türkü olsa dinlerdim: "Bayram gelmiş neyime/Anam anam garibem/Kan damlar yüreğime/Anam anam garibem," Bir Horyat da fena sayılmazdı: "Düşde gör/Hayâlde gör düşde gör/Düşenin dostu olmaz/Hele bir yol düş de gör." Başka bir Kerkük türküsü en iyisi idi. "Sevmiş bulundum efendim gayrı ne çâre."Hiçbirini söylemediler. Seçtiklerini de ben dinlemedim.
Evet efendim, ayıp değil ya, ben de Beşiktaş'ı sevmiş bulundum! Aklım fikrim hep Beşiktaş'ta. Dünyanın diğer işleri ile hiç ilgilenmiyorum. Siyâsetmiş, iktisatmış, ticaretmiş bana ne, hiçbirine aldırmıyorum. Yeni zamanların Mecnûn'u gibiyim; kâinatı, Leylâlaştırmışım. Beynimi kemiren soruya cevap arıyorum: Beşiktaş nasıl kurtulur? Kınamayın dostlarım; benim yaşamam Beşiktaş'ın kurtulmasına bağlıdır. Beşiktaş düşerse, artık hiç iflah olmam!
Beşiktaş, bildiğiniz gibi, henüz unutulmamış yakın geçmişte çok güçlü bir takımdı. Üstüste beş yıl ve daha birçok şampiyonluğu vardır. Üç kıt'ada at, şey affedersiniz, top koşturan, şanlı şöhretli nice takıma diz çöktüren Beşiktaş, şimdi puan cetvelinin 13. sırasında, ha düştü ha düşecek! Bir zamanlar dünyanın en büyüğü Real Madrid'e kafa tutan 70 yıllık Beşiktaş, bugün iki yıllık Rizespor'u tek golle yendiği için bayram ediyor. Olur mu böyle, üzülmez mi insan?
Beşiktaş'ı kim kurtarabilir, o muhteşem maziyi kim yeniden yaşatabilir?
Şüphe mi ediyorsunuz? Elbette Beşiktaşlılar!
Yalnız bazı cahiller -Hain de olabilir- zannediyorlar ki, İstanbul'un bir semtinde oturmak demek, Beşiktaşlı olmak demektir. Oysa benim sevmiş bulunduğum ve kurtarılması gereken Beşiktaş bir semt değil, bir takımdır. Hemen hatırlanması gerekir ki, Beşiktaş semtine girenler içinde, Bursaspor'un ajanları ve Trabzonspor'un uşakları da vardır. Şu halde bir: Beşiktaş'ın kurtulması için, küme düşmesi imkânsız Beşiktaş semti ile küme düşmesi muhtemel Beşiktaş takımını birbirine karıştırmamak şarttır. İki: Türkiye'nin her yerinde, hatta Türkler'in yaşadığı diğer ülkelerde "koyu" Beşiktaşlıların bulunduğunu hiç unutmamak lâzımdır.
Son zamanlarda Beşiktaşlılar'dan çok, diğer takımlara mensup olanların "Beşiktaş nasıl kurtulur?" konusunu münakaşa ettiklerini, çâre aradıklarını, yol gösterdiklerini öğrenmekteyim. Bazı saf Beşiktaşlılar da, bu aşırı dostluk(!) gösterileri karşısında heyecanlanıyorlar ki, gözyaşlarını tutamıyorlar. Ne oluyoruz, akılsızlığa faiz mi ödeniyor? Takımlarının şampiyonluğu için, şüphesiz haklı olarak, Beşiktaş'ın yenilmesini isteyenlerden fayda beklenir mi? Beşiktaş elbette ilim ve tekniğin rehberliğinde, ancak ve ancak Beşiktaşlıların gayretleriyle kurtulur.
Yanlışlık nerede, suç kimde? 
İsterseniz, önce futbolculardan başlayalım: Beşiktaş, birkaç yıldır, Türkiye'nin en pahalı futbolcularını oynatıyor. Beş milyonluk, on milyonluk adamları, Beşiktaş'ın kurtulması için en hızlı koşan, en iyi çalım atan, en geç yorulan, en sert ve düzgün şut çeken futbolcuların alınması yetmez. Beşiktaş'ı canından çok sevmeyen, takımı için her fedakârlığı göze almayan; gençliğinden, hattâ çocukluğundan itibaren siyah-beyaz renklerin rüyasını görmeyen, Karakartal'ın hayâlini kurmayan oyunculardan hiç hayır gelmez. Forma aşkı kuru bir edebiyat değildir. 25 yıl önce bir "Beton" Mustafa vardı, Harbiyede oynardı. Bilenlerin anlattığına göre, öyle ahım şahım bir futbolcu değildi.
Ama millî formayı bir giydi mi arslan kesilir, harikalar yaratır, maçlardan sonra takımın en başarılı oyuncusu olduğunda ittifak edilirdi.
Hele hele kafasında ve yüreğinde başka bir takıma mağlubiyet şuuru ve duygusu taşıyanlardan şiddetle kaçınmak gerekir. Beşiktaş'ın milyonlar sayarak aldığı bir oyuncu, Trabzonspor'un geçen yılki şampiyonluğunda en fazla pay sahibi idi; bu yıl, Beşiktaş'ı küme düşme hattına yuvarlayanların en başında bulunuyor. Acaba, demez misiniz?
Gelelim yöneticilere: Duyduğumuza göre, özellikle son yıllarda, Beşiktaş'ı yönetenlerin çoğu takımın tarihinden, zaferlerinden, gayesinden, hedefinden ve ülküsünden habersiz kimselermiş. Yöneticiliği ikinci bir meslek saymışlar. Siyaset mücadelesinde taraftar toplamak için, bol kazançlı bir yatırım yapmak için, nihayet meşhur olmak için Beşiktaş'ı kullanan yöneticiler varmış. Hattâ vebali anlatanların boynuna Beşiktaş'ın ne zaman kurulduğunu bilmeyen, ilk forma renginin ne olduğunu duymayan yöneticilere bile rastlanmış; önce kırmızı-beyaz renklerin seçildiğini, Batı Trakya kaybedildikten sonra siyah beyaz'a çevrildiğini öğrenmemiş, Fuat Bolkan'ı hiç tanımamışlar. Böyle yöneticilerin elinde Beşiktaş'ın niçin şampiyon olamadığına değil de nasıl hâlâ kümede kaldığına şaşmaz mısınız?
Şimdi de, Beşiktaş'ı kurtarmanın asıl çaresine geçiyorum: Önce yönetim Beşiktaşlılık ruhunun gerçek temsilcilerine teslim edilmeli, Beşiktaş'ın büyüklüğünü ve Beşiktaşlılığın şerefini anlamakta geciken oyuncular hemen takımdan çıkarılmalıdır. Sonra da Beşiktaşlılar, yöneticisi, sporcusu ve taraftarı ile bütünleşmeli, bir granit sağlamlığı içinde olmalı, her güçlüğü birlikte göğüslemeli, her engeli beraber aşmalıdırlar. Sevgi en büyük başarıların, en parlak zaferlerin kaynağıdır. Bütün Beşiktaşlılar birbirlerini çok, ama pekçok sevmelidirler. Sevinçler gibi üzüntüler de paylaşılmalı, birlikte bayram edildiği gibi, birlikte yas tutulmalıdır. Beşiktaşlı bir oyuncuya atılan her tekmenin, takılan her çelmenin, vurulan her dirseğin acısını yalnız oyuncu arkadaşları değil, bütün yöneticiler ve taraftarlar da hissetmelidirler. Bir Beşiktaşlı incindiği zaman, her Beşiktaşlının yüreği kanamalıdır. Fenerbahçelilere, Galatasaraylılar'a ve Trabzonsporlular'a vereceğimiz en güzel cevap, birbirimize sunduğumuz sevginin kuvvetidir, derinliğidir ve ölümsüzlüğüdür.
Yöneticilerle oyuncuların münasebeti bir baba-oğul münasebetine benzemelidir. Yaramazlık yapanın kulağı çekilecektir. Ama kötü bir âmirin insafsız şiddeti ile değil, iyi bir babanm şefkatli yumuşaklığı ile çekilecektir.
Beşiktaşlılar, inanan insanlardır. İnanan insanlar güçlüdür, güçlü insanlar sabırlıdır. Fırtına dinecek, bulutlar dağılacak, hava açacak, güneş yeniden doğacak, eski günler yeniden gelecektir. Takımımızın puan cetvelindeki sırasına üzülmeyin. Bütün büyüklerin hayatında böyle talihsizlikler vardır. Birbirinizden kuvvet alın, birbirinize kenetlenin, güzel günleri bekleyin. Dâva büyüktür ve elbette çetindir. Ama mutlaka kazanılacaktır ve Beşiktaş düşmemekle kalmayacak, mutlaka şampiyon olacaktır...

1 Kasım 2015 Pazar

TAŞRA KIYILARI

Bir gülüşün kaç gemi batırır? 
Kaç gemi pusmuştur falezli kıyılarına? 
Hangi şehirdeki şavaş kadınlarının iç çekişidir soluğun? 

Sen hiç duydun mu? 
Bir korsanın merhametinden bahis açıldığını 
Kayalarını aşındıran haberci dalgalarda 
Sahi, bir korsan kaç kişidir?

Seni bulacağım ve kuşatacağım lalena 
Dehşetengiz ordumla 
Ve gemimi dibe çeken merhametimle 
Yağma etmeden.

10 Eylül 2015 Perşembe

SADECE

17 Mart 2015 Salı
SADE CE


Kapıyı dışarıdan usulca çekti, kapı çarpılma sesinin anksiyetik bir etkisi olabilirdi ve kapıyı çarpan kendisi bile olsa bu sinirini bozabilirdi başka bir akşamda olsa.Bozmamalıydı,  bu akşam sade olmalıydı.
Ayakkabılıktan, bağlanmamaktan bağcıkları aşınmış botlarını çıkardı, yere attı usulca.Usulca belki de usulünce.Oysa ki sadece mevsim normallerinin biraz altında seyreden bir bahar akşamıydı.Ama olsundu, bot giymenin adımlara düzen veren ağırlığının yürüyüşe bir anlam kattığını yadırganamazdı onun nezdinde.Bu akşam için taşınacak hiçbir eşyası olmamasına rağmen, postacı çantasını da attı omzuna.İçine Tutunamayanlar’ı ve Büyük Saat’i de koydu.Sebebini bilmiyordu,  bir ihtimal ağırlık yapsın diye,diğer ihtimal de birileri denk gelirse onlara okumak.
“Elbette boş biteviye yapılan bir eylem olmamalıydı yürümek.Yürümek, her zaman bir yerlere ulaşmak amacıyla yapılan bir eylem değildi.Yürüyüşünü bir düzene, hatta aruz veznine uyduran insanların aşındırdığı bu kaldırımlarda,  zoraki bir saygıdan da olsa birazcık çaba gösterilmeli” diye düşündü.Baston, her zaman yürüyüş aksaklıları için mi kullanılmıştı?Tabii ki de hayır, asalet timsaliydi.Asalet sadece asillerde mi bulunurdu?Tabii ki de hayır.Ama neden hayır?Düşündü, buna verecek cevabı yoktu.Zaten bastonu da yoktu,o da bir sigara yaktı.
Zihni çöl fırtınalarında kumlarla dolup, duraksama evresine girmeye başlarken, bedeni de onu epey uzaklara atmıştı.Solunda ağaçlar, sağında ana yol olan bir kaldırımda ilerliyordu.O an, ‘o’ karşıdan gelse ne yapardı ki acaba?Donup kalmazdı elbet, görmezden de gelemezdi.
Duygu yoğunluğunun zirveye çıktığı anlarda gözlerinin dolması gibi istemediği bir alışkanlığı vardı.Freudsal düşününce bu alışkanlığını doğrudan babasına dayandırırdı.Her söyleneni karşılıksız dinleme,  taştan kitabelere kazıdığı söylemleri yürek toprakları altına gömme ve sadece susarak anlatma çabası, yani anlatamamak.

Karnı acıkmıştı.Bu saatte açık bir yer bulmak zordu, yürümeye devam etmek lazımdı.Çok geçmedi, açık bir lokanta buldu.
Kendine has, ‘insanlar ve mekanlar kıstas cetveli’ne göre bu lokanta, 3. sınıf bir mekandı.puanlama 1 ile 5 arasındaydı.İnsanları derecelendirirken aynı puanlama usülü geçerliydi, kendisini de 2. sınıf insanlardan
sayardı.
(Neden,  çok mu mütevazi?Hayır, riyakar o, mütevazilikten bile ekmek yiyecek kadar riyakar.)
Alt katta masalara göz gezdirdi; ikisi doluydu, diğeri  de henüz temizlenmemişti. Yukarı çıkmasını söyledi ona, döner ustası olduğu alnının açıklığındaki çizgilerin kızarıklığından anlaşılan adam.Çok zorlamaya da gerek yoktu aslında, bu adamın elindeki döner bıçağından da pekala anlaşılırıdı zaten.
Üzerine serilen halı parçacıkları kirden kararmış dik bir merdivenden üst kata doğru çıktı.Bir aile vardı; bir adam bir kadın bir de çocuk.Gözüne kestirdiği masaya doğru ilerlerken, kadını göremeyeceği taraftaki, yola bakan sandalyeyi seçmesi gerektiğini anımsadı yediği eski bir dayaktan.İnsanlar yanlış anlamayı bir münakaşa aracı olarak kullanılardı ne de olsa.(Kavgayı kendisi çıkarmıştı halbuki.)
Gerek yoktu böyle şeylere, sade bir akşam geçirmeliydi.

Masasında duran 10 gün öncesinin gazetesini okumaya koyuldu yemeği gelene kadar.Bir politikacı, yaptığı hatalı söylemi düzeltmek yerine, ısrarla savunuyor, hatalı söylem üzerinden hipotezler üretip söylemlerini temellendiriyordu aklınca.Hatasının adı gibi farkındaydı oysa, ama tutarlı olmak bunu gerektirirdi.Tutarlılık; insanları hatalarına ısrarda zorlayan bir yeni çağ hastalığı…

Yemek geldi, yedi, hesabı ödedi ve çıktı.Ne kadar da sadeydi her şey.Hemen bir parka attı kendini, bir sigara yaktı yemeğin üstüne.
Elini cebine attı, boşluğu hissetti.Belki de hayatında ilk defa kasıtlı olarak evden telefonsuz çıkmıştı.Bu akşam kısıtsız olmalıydı ve de sade.
(Telefon faturasını ödememişti.)
Oturduğu banktan etrafına bakıyor, seyre değer bir an arıyordu.Ve buldu:  Ellerinde deodorant şişeleriyle parktaki masayı yakmaya çalışan dört erkek çocuk.İlk erkekliğin getirisi olan borazan sesleriyle küfürler ediyor, şakalaşıyorlardı.Bir an toplumcu damarı kabardı, müdahele etmek istedi.Vazgeçti, belki kendisi çocukluğunda bunları yapsaydı; bu akşam, bu bankta, uydurma bir ruh hastalığının onu zorladığı takıntılı ruh halinde olmayacaktı.Hem küle dönen sigarasını çimlerin üstlerine doğru fırlatmasıyla, o çocukların masayı yakması arasında ne fark vardı ki?Çocukları izlemeyi kesip önüne bakmaya başladı.
Böyle bir akşamda ve böyle bir bankta yalnız oturan bir insanın yanına, o an bir dostu gelip sorgusuz sualsiz oturması lazım gelirdi.Böyle bir olayın bu akşamda vücut bulabilmesi için, kendisiyle özdeşleşmiş bir parkta, aranıldığında orada bulunabildiği bir bankı olmalıydı.O bank bu bank değildi, ki zaten öyle bir bank da yoktu.
Sol yanı hala boştu.Mecaz ve gerçeğin aynı anlamlara geldiği bir akşamdaydı, öylemesine sade.Ucuz edebiyat malzemeleri…İçinde çoşan  dizeler  de ucuz dizelerdi zaten,; ama o onları makyajla; efektlerle öyle bir hale sokuyordu ki…Yeni akımların ekmeğinden o da yiyordu, insanlar artık anlamadıkları imgelerini pek bir şairane buluyordu.Anlayamadım demeye dili varmıyordu hiç kimsenin.Eğer bir kişi çıkıp ona deseydi kötü şiir yazdığını, şair olurdu.

Elini ceketinin iç cebine attı.Kara kaplı defteri yoktu, kalemi de.Elini cebine atmasından anlaşılıyordu ki, onu bu akşam sokaklara atan içindeki doğum sancısıydı.Doğum sancısı dişil bir tamlama olabilirdi toplumca, ama dünyanın en içli şairleri hep erkekti.Şu “o “ yanında olsaydı, bu son lafını edemezdi.Şiir kokan bir kadının yanında kadın şairlerin varlığını hiçe saymak…Böyle bir cesaret hamurunda yoktu.
(“O” deyip durduğuna da bakmayın canım, altı üstü bu sabah okulda gördüğü kız.Edebiyat kulubünde rastlamışlar, elinde de Tutunamayan’lar varmış.Şimdi anlamışsınızdır çantayı neden gezdirdiğini omzunda.)
Sancısı onu boğmadan kurtulmalıydı, koşar adım fırladı oturduğu banktan ve bir kırtasiye aramaya koyuldu.
Bir cadde boyu yürüdü, en sonunda bir züccaciye dükkanı buldu.Selam ve umutla girdi kapıdan içeri.Aradığı hemen karşısındaydı, hem de yüzlercesi.Arkası silgili bir kurşun kalem buldu.Yazdıklarını silmezdi, ama silgili kalemi  estetik buldu.Ama bu akşamın sadeliğine aykırıydı, vazgeçti.Silgisiz olanlardan buldu kenarda, hem de en ucuzu bunlardı, ne iyi.Bir de bloknot lazımdı, defterler arasından tek renk olanını ararken bir karı-koca tartışmasını da kulak kesildi istemsizce.Daha doğrusu istemsiz görünen karşı konulmaz bir istençle.
Adam bir vazoyu almakta ısrar ederken, kadın kabul etmiyordu.Ne kadar ilginç ve karmaşık bir durum.Silgili kalem bir yana, bu kulak veriş gecenin sadeliğini yerle bir edebilirdi.Parasını ödedi ve umutla girdiği dükkandan kaçarcasına çıktı.

Susamıştı, bir şeyler içmesi lazımdı.Yanyana duran bir bakkal ve bir süpermarketten tabii ki de bakkalı seçti.Dolaptan bir şişe sade soda aldı, karmaşık adıyla doğal maden suyu.

Şimdi bir de mekan lazımdı.Bir park aradı yana döne.En sonunda bir parkın tenha köşesinde diğer banklara aykırı olarak ters yöne bakan bir bankta oturdu.Defterini çıkardı, sodasını  banka koydu.Kalemini çıkardı, ama yazamadı.Sadelik ararken kalemsiz kaldı.Aldığı silgisiz kalem çürük çıkmıştı.Anlaşılan bir geceyi daha boğularak geçirecekti, edebiyat camiası bu gecelik o efsunlu dizelerden mahrum kalacaktı.

5 Eylül 2015 Cumartesi

Mazgal


Kaldırımları başı önünde aşındıranlara:

Bir karanfil Yaban otlarıyla kaplı bir mazgalın tam ortasında açmış Beyaz, öylemesine mağrur bir karanfil Nasıl doldurursa o mazgalın içini Yaşamaktan bir güneşle Öylece belirdi odamda, siyah beyaz fotoğrafın En umulmaz zamanda, ve en olmaz yersizlikle Odamda, orada; utançla bezenmiş yaşanmışlık izlerinden Dağılmış masamda, saman kağıtlarının arasında Bense dokunamadım,bakakaldım,
Son vagonun gözden kaybolması bekler gibi Kim bilir, hangi zaman diliminde Şehrin hangi köşesindeki fotoğrafhanede Gülmeyi unutmuştun. Kim bilir? Ben bilmem, çünkü bilirsin Bir vesikalık karesini sığmazdı sevmeklerim Ben bilmezdim, çizemezdim de ben Balıkçı elleriydi ellerim, ve bilmediğin zamanlarda Eski bir heykelde aşındı kollarım. Bunu benden isteme, Bakma bana uzaktan, limanda bir gemiyi bekler gibi Çünkü sana dokunmam demek hiçliğine yorulur benim zamanımda Ve güneş batar, akşam esintileridir eylülde yoldaşı güneşin Sen saman kağıtları arasında kaybolursun, ben bulurum. Hiç tutmadığın ellerim değerse fotoğrafına O zaman anlarsın Karanfillerin solumsuz olmadığını.



2 Haziran 2015 Salı

Adsız

Şehir biteviye süren o amansız tedirginliğinden arınıyor, bu zifiri karanlıkta
Elektrik telleri Moğol barbarlar gibi
Yakıp kavurmak telaşında şehrin betonarme putlarını
Çıkan dumanla gökler, kara bir doğum sancısıyla inliyor
Göklerden yağıyor ölü şairlerin ruhları

Eğer, enkazdan arda kalanlar arasındaki
Tek dilsiz olmasaydım,
Sorardım elbet
"Neden devirsindi ki ölü şairler elektrik direklerini?"
O vakit dağlarda demlenen berduşlar haykırırdı:
Onuncu yüzyılda elektrik de yoktu
Apartmanlar da.

Şehir her zamanki telaşında ve aydınlık bu gece
Bir tek, sinema salonlarının son sıralarında
Ansızın parlayan paslı el fenerleri gibi
Odama vuran sokak lambamız
Çalışmıyor.
Utanç izlerimizi örtmek hususunda
Ne de mahir devletimiz!

Bir kandil gecesinde
Işıksızlığımdaki aydınlığın ilmeğiyle
Boğulmakta şimdi sol kaburgamda yerleşmiş hayvan
Utanç izlerimden meydana gelen dilsiz barbar tarafından
Hayyam'ın şarap fıçısını deldiğimizden beri
Meğer gökleri ne çok ihmal etmişiz Lalena

Bir tek sen anlarsın Lalena
Göğüme perde gibi dikilen şu karşımdaki apartmanın inşasında
İbrahim'in tarumar ettiği putlara duyulan öykünmeyi.
Sen ki,
Çatısız evler hürlüğündesin

30 Mart 2015 Pazartesi

Sepyalı Kadraj

Kızıl Bulutlar Ülkesi'nin zarif kadını
Hatırlar mısın aynı yağmur altında,
Islanırken günü getirdiğimi saçlarına?
Ebabillerin pençelerinden sızan
Üç kat efsunlu kırmızı yağmur damlalarının
Başımı kızgın bir alev hışmıyla delip,
Göz altı torbalarımda eylediği kızıl denizleri
Ve aynı yağmurun saçlarında doğurduğu lirik güneşin
Benim günümü bir dehliz karanlığına bürüdüğünü.

Hatırlamazsın elbet, çünkü bu saydıklarım
Bir bedevi çocuğunun gökküşağı altında
Uzanıp, bahtiyarlığı göklerde araması kadar
İmkansız
İmkansız, çünkü renksizdir benim düşlerim.

Ama,
Ayrı kalplerde konuk edilen iki ruhun
Aynı bilinçaltı senaryosunda
Yasaklardan arınmış bir kadraj içinde
Masumane bir siyah beyaz aşk filmini oynaması
İhtimaller dahilinde olabilir
Belki de bu ihtimaldir beni ölüp dirilten
Bilmiyorsanız söyleyeyim
Uyumak, sürrealist yönlerden ölüp dirilmelere gebedir

17 Mart 2015 Salı

SADE C.



Kapıyı dışarıdan usulca çekti, kapı çarpma sesinin insanda anksiyetik bir etkisi olabilirdi.Ayakkabılıktan, bağlanmamaktan bağcıkları aşınmış botlarını çıkardı, yere attı usulca.Usulca ya da usulünce.Oysa ki sadece mevsim normallerinin biraz altında seyreden bir bahar akşamıydı.Ama olsundu, bot giymenin adımlara düzen veren ağırlığının yürüyüşe bir anlam kattığını yadırganamazdı onun nezdinde.

Elbette boş biteviye yapılan bir eylem olmamalıydı yürümek.Yürümek, her zaman bir yerlere ulaşmak amacıyla yapılan bir eylem değildi.Yürüyüşünü bir düzene, hatta aruz veznine uyduran insanların aşındırdığı bu kaldırımlarda,  zoraki bir saygıdan da olsa birazcık çaba gösterilmeli diye düşündü.Baston, her zaman yürüyüş aksaklıları için mi kullanılmıştı?Tabii ki de hayır, asalet timsaliydi.Asalet sadece asillerde mi bulunurdu?Tabii ki de hayır.Ama neden hayır?Düşündü, buna verecek cevabı yoktu.Zaten bastonu da yoktu, bir sigara yaktı.

Zihni çöl fırtınalarında kumlarla dolup, duraksama evresine girmeye başlarken, bedeni de onu epey uzaklara atmıştı.Solunda ağaçlar, sağında ana yol olan bir kaldırımda ilerliyordu.O an, ‘o’ karşıdan gelse ne yapardı ki acaba?Donup kalmazdı elbet, görmezden de gelemezdi.

Duygu yoğunluğunun zirveye çıktığı anlarda gözlerinin dolması gibi istemediği bir alışkanlığı vardı.Freudsal düşününce bu alışkanlığını doğrudan babasına dayandırırdı.Her söyleneni karşılıksız dinleme,  taştan kitabelere kazıdığı söylemleri yürek toprakları altına gömme ve sadece susarak anlatma çabası, yani anlatamamakAma Freud düşüncesi saçmaydı ve bu alışkanlığın ya da huyun, tek bir açıklaması vardı: Yaratılış.Bazı ruhlar yaratılırken üflenen nefes  biraz ince gelirdi bedene göre, onunki gibi.

Karnı acıkmıştı.Bu saatte açık bir yer bulmak zordu, yürümeye devam etmek lazımdı.Çok geçmedi, açık bir lokanta buldu.

Kendine has, ‘insanlar ve mekanlar kıstas cetveli’ne göre bu lokanta, 3. Sınıf bir mekandı.Selam verdi, bir tavuk şiş dürüm söyledi.Alt katta masalara göz gezdirdi; ikisi dolu birisi temiz değildi.Yukarı çıkmasını söyledi döner ustası olduğu alnının açıklığındaki çizgilerin kızarmış olmasından anlaşılan adam.Elindeki döner bıçağından da pekala anlaşılırıdı zaten.

Üzerine serilen halı parçacıkları kirden kararmış dik bir merdivenden üst kata doğru çıktı.Bir aile vardı, bir adam bir kadın bir de çocuk.Gözüne kestirdiği masaya doğru ilerlerken, kadını göremeyeceği taraftaki, yola bakan sandalyeyi seçmesi gerektiğini anımsadı yediği eski bir dayaktan.İnsanlar yanlış anlamayı bir münakaşa aracı olarak kullanılardı ne de olsa.Gerek yoktu böyle şeylere, sade bir akşam geçirmeliydi.

 

Masasında duran 10 gün öncesinin gazetesini okumaya koyuldu yemeği gelene kadar.Bir politikacı, yaptığı hatalı söylemi düzeltmek yerine, ısrarla savunuyor, hatalı söylem üzerinden hipotezler üretip söylemlerini temellendiriyordu aklınca.Hatasının adı gibi farkındaydı oysa, ama tutarlı olmak bunu gerektirirdi.Tutarlılık; insanları hatalarına ısrarda zorlayan bir yeni çağ hastalığı…

 

Yemek geldi, yedi, hesabı ödedi ve çıktı.Ne kadar da sadeydi her şey.Hemen bir parka attı kendini, bir sigara yaktı yemeğin üstüne.

Elini cebine attı, boşluğu hissetti.Belki de hayatında ilk defa kasıtlı olarak evden telefonsuz çıkmıştı.Bu akşam kısıtsız olmalıydı ve de sade.

Oturduğu banktan etrafını izlerken, kendine seyirlik arıyordu.Ve ellerinde deodorant şişeleriyle parktaki masayı yakmaya çalışan 4 erkek çocukta karar kıldı.İlk erkekliğin getirisi olan borazan sesleriyle küfürler ediyor, şakalaşıyorlardı.Bir an toplumcu damarı kabardı, müdahele etmek istedi.Vazgeçti, belki kendisi çocukluğunda bunları yapsaydı, bu akşam, bu bankta,  bu halde oturmuyor olacaktı.Hem küle dönen sigarasını çimlerin üstlerine doğru fırlatmasıyla, o çocukların masayı yakması arasında ne fark vardı ki?Çocukları izlemeyi kesip önüne bakmaya başladı.

Böyle bir akşamda ve böyle bir bankta yalnız oturan bir insanın yanına, o an bir dostu gelip sorgusuz sualsiz oturması lazım gelirdi.Böyle bir olayın bu akşamda vücut bulabilmesi için, kendisiyle özdeşleşmiş bir parkta, aranıldığın orada bulunabildiği bir bankı olmalıydı.Bu bank öyle bir bank değildi, ki zaten öyle bir bank da yoktu.

Sol yanı hala boştu.Mecaz ve gerçeğin aynı anlamlara geldiği bir akşamdaydı, öylemesine sade.Belki ‘o’ gelirdi.Ne de olsa farkına varamadan bedeni onu, ‘o’nun hergün ayak bastığı yollara sürüklemişti.Yakınlarındaydı belki.

Elini ceketinin iç cebine attı.Kara kaplı defteri yoktu, kalemi de.Elini cebine atmasından anlaşılıyordu ki, onu bu akşam sokaklara atan içindeki doğum sancısıydı.Doğum sancısı dişil bir tamlama olabilirdi toplumca, ama dünyanın en içli şairleri hep erkekti.Sancısı onu boğmadan kurtulmalıydı, koşar adım fırladı oturduğu banktan ve bir kırtasiye aramaya koyuldu.

Bir cadde boyu yürüdü, en sonunda bir züccaciye dükkanı buldu.Selam ve umutla girdi kapıdan içeri.Aradığı hemen karşısındaydı, hem de yüzlercesi.Arkası silgili bir kurşun kalem buldu.Yazdıklarını silmezdi, ama silgili kalemi  estetik buldu.Ama bu akşamın sadeliğine aykırıydı, vazgeçti.Silgisiz olanlardan buldu kenarda, hem de en ucuzu bunlardı, ne iyi.Bir de bloknot lazımdı, defterler arasından tek renk olanını ararken bir karı-koca tartışmasını da kulak kesildi istemsizce.Daha doğrusu istemsiz görünen karşı konulmaz bir istençle.

Adam bir vazoyu almakta ısrar ederken, kadın kabul etmiyordu.Ne kadar ilginç ve karmaşık bir durum.Silgili kalem bir yana, bu kulak veriş gecenin sadeliğini yerle bir edebilirdi.Parasını ödedi ve umutla girdiği dükkandan kaçarcasına çıktı.

 

Susamıştı, bir şeyler içmesi lazımdı.Yanyana duran bir bakkal ve bir süpermarketten tabii ki de bakkalı seçti.Dolaptan bir şişe sade soda aldı, karmaşık adıyla doğal maden suyu.

Şimdi bir de mekan lazımdı.Bir park aradı yana döne.En sonunda bir parkın tenha köşesinde diğer banklara aykırı olarak ters yöne bakan bir bankta oturdu.Defterini çıkardı, sodasını  banka koydu.Kalemini çıkardı, ama yazamadı.Sadelik ararken kalemsiz kaldı.Aldığı silgisiz kalem çürük çıkmıştı.Anlaşılan bir geceyi daha boğularak geçirecekti.

20 Ocak 2015 Salı

Kırlent

Sığırcık kuşları boşa anlam arar sözlükbilimde
Ve kırlentler en dahiyane settir
Örtmek hususunda erkek utancını
Ve dahi, köy köpekleri nedendir bilinmez
Sadece fabrika otobüslerinin ardından koşmaz
Ki sevmekler hiç de benzemez bunlara, karıncalara ve larvalara
Tabiat lirizm bakımından aşka aykırıdır.